23 Ekim 2012 Salı

Theatre is Evil

Yok yok, yanlış anladınız, çok severim ben tiyatroyu.

Bu, son zamanlarda dinlediğim en iyi indie albümlerinden birinin ismi. Amanda Palmer'ın The Grand Theft Orchestra ile birkaç hafta önce çıkardığı albüm.

Şu da albümün en sevdiğim parçası.

19 Ekim 2012 Cuma

Her Şeyin Hayırlısı

Hayatımın dine en uzak dönemindeyim galiba. Küçüklükten aklıma yer eden, aklı bir an önce cüz kitaplarından, Kuranlarından kurtulup top oynamaya gitmekte olan haşarı Anadolu çocuklarının dine bağlı yetişmelerini perçinlemek için Kuran kurslarında söylenen 'namaz kılmayı terkedenlerin kalbi kararmaya başlar ve bir süre sonra namaza gitmek hiç içinden gelmez' şeklindeki güçlü tasvir arada sırada aklıma geliyor. Ama dine uzaklık olarak adlandırdığım durum dini yaşamamamdan ya da günah işlediğimden değil. Dinden ve dinsizlikten tamamen uzak bir dönem bu.

Durumun temel özelliği, her şeyi sorguluyor olmam. Dinsiz filozofların dini dünyanın en büyük yanılgısı olarak gören görüşlerini okumuş değilim. Derslerde bu yazarların uçuk (sayılan) düşüncelerine atıfta bulunan hukuk ya da uluslararası ilişkiler hocalarımın söyledikleri bir cümle beni kışkırtmaya yetiyor. Ya tüm dinler bir yalandan ibaretse demek üzereyken, neyse deyip susturuyorum kendimi.

'Madem domuz eti murdar, zamanında Hristiyanlara niye yasaklanmamış amk' şeklinde bir soruyu cevapsız bırakarak zorla savuşturuyorum, dinden çıkmak korkusuyla. Akil birine sorarım belki bi gün.

"Her şeyin hayırlısını istemek" şeklinde bir kavram var ya bizde, ne zamandır da ona taktım. Belli ki dini kaygılar da var bu sözün altında. Yoksa hayırsız olmakla kastedilen, başa bela getirmeklikle ne kadar bağlantılı olabilir? Bizim gibi küçük insanların istediği şeylerin başa getireceği bela ne olabilir ki?

Kullanmaktan hiddetle kaçınır oldum bu sözü. Aslında kimsenin hayırlıyı falan gözettiği yok da, dile yerleşmiş bi kere. İrademizin işlemediği yerde bakalım ne olacak şeklinde bir kullanımı var aslında.

(Burada hayatını gerçekten dine göre yaşayanları tenzih etmeliyim galiba.)

Ama birisi bana "Allah hayırlısını nasip etsin" dediği zaman cinlerim tepeme çıkıyor. Niye hayırlısını istiyoruz arkadaş, ben güzel olanı istiyorum, büyük olanı istiyorum, pahalı olanı istiyorum yahu.

Sanki başımıza her zaman hayırlı olan geliyor da, gelecekte olmasını istediğim şeylerin de hayırlısını talep edeceğim. Hayırsızsa da hayırsız olsun, istediğim olsun amk diyerek çıkıyorum bu denklemin içinden.

Derdim belki din ile, belki kendim ile, belki bizi sıkan kalıplarla. Bilemiyorum şimdilik. Ama kafamda, her konuda ufak çaplı bir çatışma yaşanıyor. Belki fazla rahatlığın sonucudur, kendimi sıkıp durdurmalıyım, soru sormayı kesmeliyim biraz, ya da gittiği yere kadar serbest bırakmalıyım kendimi.

1 Ekim 2012 Pazartesi

I know a girl called Elsa

Bilmeyenler için, bir yabancıyla sohbete girmenin en kestirme yolu ona basit bir soru sormaktır. Eğer kişi sohbete, bir yabancıyla yakınlaşmaya yatkın biriyse, rahat bir tepki verecek ve oradan buradan konuşulmaya başlanacaktır. Bir Smolensk-Moskova treninde bu tekniğin bana uygulanmış olması, bunun ne sadece bana, ne de sadece Türklere ait bir yol olmadığı kanaatimi güçlendirmiştir.

Geçen 1 ay sonrasında iyice oranın insanına dönüşmüştüm, 2 ayrı kampa katılmış, onlarca Rus ile yakın temasta bulunmuştum. Ama hala bazı konularda bekle-gör politikasından vazgeçemiyordum, aşırı girişken olmaktan kaçınıyordum. Yabancıydım orada ve başıma bir iş açmaktan çekiniyordum. Ayrıca kız milletinin tutuculuğundan ve nazından bunalmış her yağız Türk delikanlısına olacağı üzere, Rus kızlarının rahatlığı ve kolay ulaşılabilirliğini özümsedikten sonra nabzım normalin üzerine kolay kolay çıkmaz olmuştu.

Uzun bir yolculuğa kafamı hazırlamış, yüklerimi sekiz elimle yüklenmiş, trendeki yerime yönelmiştim. Trenin hareketinden 10-15 dk kadar önce vagona girdiğim için tek tük boş yer kalmıştı ve hemen girişte yerimi göz kararı tahmin etmiştim. Oturacağım koltuğa yaklaşırken, yanımdaki koltukta sigara kokmayan veya koltuktan taşmayan birinin olmasını temenni ediyordum. Şans bu ya, hani seç de yanına otur deseler, seçilecek cinsten bir Rus kızının yanına düşmüşüm. Sağa sola bakınıp duruyor, o da yanına gelenin nasıl biri olacağını kestirmeye çalışıyordu tahminimce. Sakince yaklaştım, kızımıza hiç bakmadan eşyalarımı yukarıdaki geniş rafa yerleştirmeye başladım, ama bir yandan onun bana baktığını da hissediyordum. Eşyalarımı yerleştirdim, önem verdiğim bir hediyeyi de kırılmaması için ayağımın yanına koyarak oturdum yerime.

Yolun sohbet etmeden geçmeyeceğinin bilincindeydim ama, benim yaşlarımda görünen bu güzele de sulanıyormuş görüntüsü vermekten çekiniyordum. Ben hiç sesimi çıkarmadan oturuyordum yerimde, trenin hareket etmesini bekliyordum. O ise biraz dışarıyı seyrediyor, biraz telefonuyla bi şeyler yapıyor, sonra trenin içine doğru göz gezdiriyordu. Bu sırada gözünün bana çarptığından da emin gibiydim. Ben konuşmamakta, hatta ona doğru başımı bile çevirmemekte ısrar ediyordum. Tren hareket ettikten sonra bu duruma karşı pes eden o oldu ve Rusya'da bir kez olsun trene binmiş olan herkesin cevabını bildiği o basit soruyu sordu:

"Trende nerede sigara içilebiliyor?"

Sigarasını içip geldi ve yerine oturur oturmaz, 'bak sigara içtim ama naneli sakızımı da çiğniyorum' dercesine çantasından sakız paketini çıkarıp bana da uzattı. Ben ise başıma iş alma çekincesini bir kenara bırakmış, en rahat tavrımı takınmıştım. 18 yaşında ve Daria (Dasha) isminde olduğunu öğrenerek başladığımız sohbet, ikimiz de trenin tek düze sesine teslim olup uyuklamaya başlayacağımız 4 saat sonrasına kadar sürdü. Kırık Rusçama, esprilerine geç mukabele etmeme, bazen hiç anlamamama aldırmadan tam 4 saat konuştu Dasha. Zengin bir aileden geldiği her halinden belliydi. Avrupa başkentlerini görmüş, 2-3 defa İstanbul'a gelmişti. Babaannesinin dağ evinde geçirdiği tatillerinden anektodlar, yakın arkadaşlarıyla içmeye gidişleri, sarhoş olan arkadaşlarının yaptığı komik rezillikler, ne anlattıysa büyük dikkatle dinledim, güldüm, gülümsedim. Ben gülümsedikçe o anlattı, o anlattıkça ben gülümsedim.

Baktı dinliyorum, anlıyorum, ama az konuşabiliyorum, Avrupa seyahatlerinden, gittiği yerlerin insanları hakkındaki yargılarından bahsetmeye başladı. Avrupa'nın en kıymet bilmez insanının Polonya'da olduğu tümevarımını açıkladığı sırada yeşil gözlerine bakarken, Ankara'da güneşli bir günde aklımı alan bir çift göz hatrıma düştü. Kahverengiydi o gözler, hiç akla gelmeyecek o anda gözümün önüne gelmelerine de hiç bir sebep yoktu ortada ama, ilk gördüğüm gün Ankaramın güneşinde öyle bir parlamışlardı, öylesi bakmış, aklıma öyle kazınmışlardı ki, o gün içime düşen duygular aylar sonra bilmem kaç bin kilometre ötede diyaframıma sıcaklık saçtı, Dasha'nın hikayesiyle alakasız, utangaç bir gülümseme oldu, eridi yüzümde.

Moskova'da vedalaştık kendisiyle. Sevgilisi trenin önünden aldı, eşlik etti, şanslı çocuk yakıştırmama maruz kaldı. Ben ise aklımda düşünceler, yarı düşünceli, yarı ifadesiz bir surat ile beni Nizhniy Novgorod'a götürecek treni beklemeye başladım.

(Not: Şimdi anlatsam bizim bebelere... )