15 Ağustos 2013 Perşembe

Ankara'da Dinlenecek İki Radyo



Aslında teknoloji bu kadar ilerlemişken bu kadar çok radyo istasyonunun yayın hayatına devam edebilmesine şaşırıyorum, kulaklığı telefona her takışımda. İnsanlar şehir trafiğinde izlemek üzere cüzi masraflarla ufak ekranlar taktırabilirler arabalarına, ya da USB girişi olan teypler sayesinde sevdikleri şarkıları sıralayabilirler. Ama çoğunluğun radyoda ısrarcı olması radyo kanallarını ayakta tutuyor. Mevcut durumda belki en büyük pay sahibi olanlar ise halk otobüslerinin hengamesinde telefonlarından radyo dinleyen çiledaşlarım olmalı.

Kendi adıma radyoda beğendiğim bir şarkıyı internetten edinip elimin altında hazır tutarken aynı hevesle dinleyemiyorum. Frekanslar arasında dolaşıp şarkıyı belki yarısında yakalayınca, belki hoşlandığım birkaç şarkı art arda çalınınca dinlemesi daha keyifli oluyor.

Bunun ötesinde yeni şarkıların keşfi imkanı elbette radyoya daha çok ilgimi çekiyor. Tabi bununla sürekli aynı "hit" parçaları çalan Türkçe pop ya da Amerikan pop radyolarını kastetmiyorum. Bu anlamda Ankara'da yayın yapan iki güzel radyo istasyonu var, onlardan bahsedeyim dedim: Max Fm (95.8) ve Radyo Odtü (103.1). (Bağlantılara tıklarsanız online yayınlarına ulaşabilirsiniz)

Arada sırada tozlu paslı parçalar çalsalar da günün her saati daha önce hiç duymadığınız, grubunun/sanatçısının varlığından haberdar olmadığınız rock, indie ya da country şarkılarıyla tanış olabiliyorsunuz. Daha önce dinlediğiniz bir şarkının denk gelme olasılığı oldukça düşük. Saçma sapan dj programlarına da sahne olmayan bu frekanslarda dinlenilesi müziğin keyfini çıkarıyorsunuz. Gerçi bu yazıyı yazarken Radyo Odtü'de Squirrel Nut Zippers - Hell çalıyordu ama bu sabah Max Fm'de Mudcrutch - Lover of the Bayou'yu sevdim mesela.

Dinleyin.

Not: Bursa'da benzer bir yayını Radyo Line yapıyor.

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Sad Story Bro


Dün haber bültenlerinde üzücü bir haber döndü*, görmeyenler için özetleyeyim: 4 ve 6 yaşlarında iki kardeş evlerinde oynarlarken küçük olanı çamaşır makinesine girmiş, büyük olan da makinenin düğmesine basarak çalıştırmış. Daha sonra panikleyen büyüğü makineyi kapatamamış, korkudan da kimseye söyleyememiş. Saatler sonra dedeleri 4 yaşındaki çocuğu aramaya başlamış ve çocuğun cansız bedenini makinede bulmuşlar.
Olay son derece üzücü, empati kurunca bile insanı ağlatabilecek kadar hem de. Ama benim burada anlatmak istediğim başka bir şey var.
Haber bandının bir bölümünde muhabirler olayla ilgili çocukların babasına birkaç soru soruyorlar. Görünüşünden ve konuşmalarından anlaşıldığı kadarıyla eğitim seviyesi pek de yüksek olmayan, ekonomik durumu da benzer düzeyde görünen bu abimizin (öğrendim ki pazarcılık yapıyormuş) sorulan bir soruya üzgün ve ağlamaklı bir yüzle verdiği bir cevap bende saygı uyandırdı. Soru muhtemelen “Diğer çocuğunuza sordunuz mu, olay nasıl olmuş?” kabilinden bir soruydu. Kendisi şu cevabı verdi:
“Ben oğluma bunu sormadım, soramam da. Psikolojisini bozamam. Bir oğlumu kaybettim, diğerini de kaybedemem.”
Üzgün adamların üzgün hallerinden çok vakur duruşları etkiler insanı. Bu söz üzerine abimizin küçücük ekrana yayılmış suratına saygı ve takdirle bakakaldım...
Demek ki duyarlı olmak için, sözlerinin nereye gideceğini kestirmek için, çocuğunu anlayıp korumak için eğitimli ya da cakası düzgün olmak falan gerekmiyormuş. Adam olmak, hissedebilmek, düşünebilmek yetiyormuş. Kendi çocuğunu sevebilmek, üzgün de hissetse kızgın da, onu koruyup sakınacak kadar sevmek gerekiyormuş.
Ben ise Allah’ın böyle üzüntüleri böyle insanların başına vermesine -gene- anlam veremedim.
* Haber şöyle

3 Mayıs 2013 Cuma

Blue Valentine

"İlişkilerde genellikle taraflardan biri diğerini daha fazla sever" derler. Her iki taraf da bunu farkeder, ve kabullenirler. Ama daha fazla seven zaman içinde daha fazla sevilmek istemeye başlar. Çaba sarfeder, sabırlı davranır, işe yaramazsa imalara başvurur veya açıkça ifade etmeye başlayabilir, ya da hırçınlaşır. Daha fazla seven taraf erkek olduğunda, bir erkekten beklenmeyen tavırlar görülmeye başlanabilir. Erkek bazen o kadar sever ki, sevdiceğinin üzerine o kadar titrer ki, bu durum amacı dışına çıkıp kadını boğmaya, bıktırmaya başlayabilir. Kadın sabırlı ise bu 'yumuşak' evre atlatıldıktan sonra erkeğin hırçınlaştığı, her şeye bir kulp bulmaya başladığı, olur olmaz şeylerden sorun yarattığı evreye geçilebilir.

Yukarıdaki tanım 'aşk evliliği-birlikteliği' türünün bir alt türüne tekabül eder ve kadın-erkek ilişkilerinde hiç de yabana atılmayacak miktarda yaşanan çekişmeli süreçlerin oldukça kısa bir özetidir.

Aşk anlatmayan ama aşkı anlatan bir film yapılmış bu konu üzerine. Kanaatimce yukarıdaki tanıma uygun bir birliktelik yaşayan çiftler otursa bu filmi izlese ileride yaşayabileceklerini göreceklerdir. Ryan Gosling'in çok seven sorunlu kocayı, Michelle Williams'ın güzel, çalışkan, işini evinden çok önemseyen kadını portre ettiği film boyunca düşüncelere daldım, hikayenin gerçekçiliğiyle kavruldum. Tartışma sahnelerinde pür dikkat kesildim, Cindy her arkasını dönüp gittiğinde ben de üzüldüm, Dean doktoru yumrukladığında ben de rahatladım.

Dean'in bayıldığım repliklerinden biri:

Bence erkekler kadınlardan daha romantikler. Biz evlendiğimizde 'o kızla' evleniyoruz. Çünkü "bu kızla evlenemezsem aptalım, o harika biri" dediğimiz kızı bulana kadar aramakta ısrar ediyoruz. Ama kızlar öyle bir noktaya geliyorlar ki, en iyi ihtimali seçiyorlar ancak. "Hmm, iyi bir işi var" diyerek evlenen kızlar tanıyorum. Tüm hayatlarını beyaz atlı prenslerini arayarak geçiriyorlar ve gidip iyi bir işi olan ve etraftan uzaklaşmayacak adamla evleniyorlar.

Ama hayat ne garip my dear fellows, alıp başımızı çekip gitmek varken çabalamak ne kadar da çekici geliyor...









7 Nisan 2013 Pazar

Hangi Arkadaşlık

Arkadaşlık ve sevgililik konusundaki düşünceleri sakat olan kişilerin eski sevgililer ve hayırsız arkadaşlardan şikayetçi olmaları beni hayli güldürür. Çıkar ilişkisine dayanan, emek verilmeyen, özen gösterilmeyen arkadaşlıklar; sevgiye değil hedonist düşüncelere dayanan sevgililer modern kent insanının "sosyallik" olarak adlandırdığı etkinliğin temel taşları olmuşlar. Benim gibi 'geleneksel düşünen mağara adamlarına' bunlar anlamsız gelmektedir.

Hafta sonu eklerinden hoşlandığım bir gazetenin magazin ekine göz gezdirirken ilgimi çeken bir başlık oldu dünkü gün: Arkadaşlıktan Soğutan Sebepler*

Ne anlatılmış acaba diyerek okumaya başladığım yazının henüz alt başlığında yazar kişi arkadaşlık konusundaki zayıf karakterini de ele vermekte: (...) Eee arkadaşsız da olmuyor, en iyisi az ama sağlam arkadaşa sahip olmak, güveneceğin kişileri iyi seçmek" demiş. E bi zahmet dedim kendi kendime.

Arkadaşlık dediğinin temel anlamı çoook geniş bi çevreye sahip olmak olan beyimiz temellerini sağlam atmadığı, kişiliklerinden çok ortam adamı oluşlarını önemsediği 'arkadaşlarından' yediği kazıkları yazmış. Görelim ne yazmış:

-"Yalnız ve mutsuz arkadaşınla, tapılacak karakterde birinin arasını yaparsın. Arkadaşın mutluluğu bulunca ilk tekmeyi sana atar!" Daha en başından kendi arkadaşını 'yalnız ve mutsuz' diye niteleyerek bu kişi için ne kalitede bir arkadaş olduğunu ortaya koymuş yazarımız. Madem adamın yalnız ve mutsuz olduğunu düşünüyorsun, onunla hayrına mı arkadaşlık ediyorsun? Ha yok, sevgili anlamında yalnız ve mutsuz diyorsan, sevgili kavramından vakit geçirmelik, anı yaşamalık, çabucak tüketilip yenisi bulunmalık bir varlığı anladığın belli. Yalnızlık, kişinin hayatının aşkını beklerken geçirdiği tek başınalığa denir benim lügatımda. Ayrıca tapılacak karakterde dediğin kişinin başına bu yalnız ve mutsuz adamı niye sardın be adam?! Arkadaşın sana tekmeyi atmakta haklı, o da bi hayır uğruna arkadaşlık etmiş demek ki seninle.

-"Kariyer sıkıntısındaki arkadaşınla iş bulana kadar maaşını paylaşır, işini de sen bulursun. Sırtını ilk olarak sana döner!" Kendi arkadaşına kariyer sıkıntısında diyerek, işini sen bulursun diyerek büyüklenmiyor musun acaba? Daha yardım ederken bile içten içe hayır yaptığını düşündüğün adamın ne derece iyi bir arkadaşı olabilirsin ki?

-"Birlikte iş yaptığın arkadaşına "Faydam olsun" der, destek çıkarsın, rahata erince o senin için aynı şeyi düşünmez!" Yine bir üsttekine benzer şekilde, arkadaşına destek çıkarken 'faydam olsun' demek, hele daha sonra aynı şeyi/karşılığını arkadaşından beklemek, hangi kaygılarla arkadaşlık ilişkileri kurduğunu gözler önüne sermiş. Destek çıkmışsın, o da fırsatını bulunca senin boyunduruğundan çıkmış, gayet normal!

-"Sürekli birbirinin arkasından konuşan iki arkadaşının arasında helak olur, ortamı yumuşatmaya çalışırsın; ara düzelince duble tekme yersin!" Sürekli birbirinin arkasından konuşan iki arkadaşın vardı ve sen bi de aralarını mı buldun? Oradan tez zamanda kaçmalıydın bence.

-"Aşkınla arkadaşının arasında kalırsan "Aşk geçer, dost kalır" der arkadaşını seçersin, sonra bir bakarsın arkadaşın aşkı sana tercih etmiş!" En çok bu cümleye ayar oldum genşler! Neresinden tutayım! İlk olarak aşk ile arkadaşlık birbirine tercih edilebilecek iki ilişki türü olarak görülmüş. İkincisi ise 'aşk geçer' şeklinde bir yargı var ortada. Ne diyeyim, kendisi de aşkı da arkadaşı da tek kelimeyle dökükler!

Bu muhterem zat bir de, kazık yemekten imanınız gevrer diye eklemiş yazının sonuna. Kendisi tamamıyla haksız değil elbet, başka birkaç başlık var haklı olduğunu düşündüğüm. Ama anlatmaya çalıştığım şey şudur sevgili yurttaşlarım: Arkadaşlık denilen güçlü bağ, dostluğa olabildiğince yakın olmalıdır. Arkadaşlıklar olabildiğince dostluğa yaklaştırılmalıdır. Bu yüzden arkadaşlıklar emek, fedakarlık, özveri ister. Gücü sınırlı olan insanın ise yüzlerce iyi arkadaş edinecek kuvvet damarlarında akmaz. Emek verilmemiş arkadaşlıklardan beklentiler yukarıdaki 'kazık'lardan daha iyimser tutulmamalıdır. Arkadaşlık, bir fayda beklenmeden kurulur. Bir iyilik yapıldıysa, maddi bir şey paylaşıldıysa bunlar anında unutulur ve arkadaş denilen şahısı kişi, kendinden ayrı tutmaz. Paylaşılan sırlar, dertler, fikirler başkasına açılmaz. Benim arkadaşlıktan anladığım budur.

Sevgiliden anladığım şeyleri anlatmaya ise bu ortam yetmez dostlar. Ne olmadığı söylenerek akıllardaki ihtimaller daraltılacak olursa, bir tercih meselesi yapılmayacak, hakkında aşk geçer denilemeyecek, öyle iki haftada tüketilemeyecek gönül bağıyla bağlanılan meleksi bir varlık olduğu söylenebilir.

* Yazının tamamı şurada görülebilir: http://cadde.milliyet.com.tr/2013/04/06/YazarDetay/1689924/arkadasliktan-sogutan-sebepler

26 Mart 2013 Salı

Tuğla

Giderek daha gerçekçi ve daha üzücü şekilde farkına varıyorum ki, kalabalıklığıyla övündüğümüz genç nüfusumuzun elinde kendini beğenmişliği ve şişinmişliğinden başka hiç bir şeyi yok. Koca bir güruh beceriksizliğini, yetersizliğini, aldığı-alamadığı kaliteden yoksun eğitimi, gerçek anlamda özgür olamayışını, kendi aklıyla düşünemeyişini kocaman egolarla gizlemeyi kişilik edinmiş. Nasıl bu hale gelindiğini ya da sebeplerini inceleme niyetinde değilim de, resmi bir çizeyim istedim, şu sessiz sakin ortamdan bi geçen olur diyerek.

Neremizden tutsam dökülüyoruz (kendim de dahil), o bi gerçek de, bu kadar kalitesizliğe, sığlığa, tembelliğe rağmen bu egolar nedir a dostlar? Kendime yalnızlığı nasıl armağan etmeyeyim?

Kültür yok, sanattan anlama yok, sportif beceri yok, yabancı dil yok, entelektüel birikim yok... ama havalar bin beş yüz. Hayattan tek beklenti tüketmek ve tüketilmek.

Bir dizi yıldızı, herhangi bir ünlü kişi bir söyleşiye gelse salon almıyor genç dimağlarımızı, ama farklı perspektifler kazandıracak, ufkumuzu açacak, bize bir şeyler katacak birinin söyleşisinde küçücük salonlar boş kalıyor.

Herkes ne yapıyor, bilmek istiyoruz. Biz de aynını yapalım diye. Kendi hayatımızı yaşayıp kendi amacımıza yürümektense başkalarının hayallerini yaşıyoruz.

Erasmus'a gidiyoruz, çünkü Çek kızları herkese veriyo, İspanyol erkekleri ise çok tatlııııı.
The Vampire Diaries'den öğrenilen iki satır İngilizce'yi bi halt zannediyoruz. 8 dil bilen, dünyanın anasını bellemiş bir İspanyol tanıdım geçen hafta. Baksan tipine simit almazsın tezgahından. Ama Hacıbayram Camii'ni gezerken 'şu mihrab mı' diye sorar, 'ben ne biliyorum ki amk' dedirtir.

Hiç birimizin bir yeteneği yok. Bir enstrümanı adam gibi çalan ama bunu gayet sıradan bir faaliyet olarak eyleyen bir insan tanıdınız mı hiç? Ya da hayatında bir heykel denemesinde bulunmuş bi gardaşımızı? Karı kız ayağına gitar, keman zart zurt öğrenmek hala devam mı yoksa?

Rus kızı düşürmek için Rusça öğrenen adam tanımayanınız var mı?

Aşkı uğruna hayatını değiştirdiğini söylese adamın biri, Rus ya da İsveçli kızı hevesi olmadığını söylese kıçımızla gülerdik. Çok üstün değerlerimiz var ya bizim, cinsel ilişkide bulunmuş olmaya milli olmak diyoruz o yüzden.

Ahlak mı? Efendiim??

Eğitim sistemimize ne desem boş, düzgün bir spor salonu, donanımlı bir kütüphanesi olan kaç tane devlet lisesi var bu memlekette? Modern bilim, sanat, felsefe vd. hangi lisede kime ulaştırılmış. Bizde eğitim üniversitede başlıyor. İyi bir tanesine başını sokabilene tabi. Dört tane popüler roman okuyan da kendini edebiyat eleştirmeni addediyor. Okumayanın da daha üstün uğraşları var mutlaka. Dans kulüpleri, dağcılık kulüpleri, bilmem ne kulüpleri bar arkadaşı edinme toplulukları işlevinde.

İçinde boğulacağımız egolarımız ise tavan, herkes her şeyi biliyor, herkes modern ve sair...

13 Mart 2013 Çarşamba

Modern Erkek Halleri

Batıcı eğitim sistemimizin, medyamızın ve elit toplum değerlerinin kendisine yükledikleri ve kendisinden bekledikleriyle kafası şekillenirken içinde Doğulu içgüdüler taşımaya devam eden erkek bireylerimizin halleridir efenim:

- Sıkı deri pantolon ya da tayt giyen alımlı Türk kadınlarına saygılı duruş: Gerçekten de vücuduna güvenmekte haklı olan, ancak giydikleriyle erkeklerde 'ilgi' uyandıran kadınlara bir Batılı gibi hayranlık dolu anlık bir bakış sonrası konunun kendi işi olmadığı düşüncesiyle ilgisini muhtelif şeylere yönelten bireyimiz, kendi içinde söz konusu kadını başka hallerde hayal etme içgüdüsünü dizginleme savaşı verir.

- Spora yeni başlamış erkek masumiyeti: Kendisi sporun nasıl doğru yapıldığını bile bilmeyen ama sporun yüksek faydalarına erişmek maksadıyla spor salonuna yazılan bireyimiz, salon dolusu kaslı erkek yığını karşısında gözlerini kimsenin kaslarına fazla dikerek dikkat çekmemek amacıyla zaman zaman yerdeki fayansları, zaman zaman panolardaki yazıları inceler. Doğulu bir erkeğin salonun 'ağa babası' sporcularla iletişim kurmak/tanışmak yöntemini izlemekten imtina eder, bunlarla göz göze gelmekten kaçınır ve kendi sessiz cool'luğu içinde yalan yanlış kaldırır indirir gider.

- Tribünde/maç izlenen kafede amigonun davetine icabet ikilemi: Popüler kültürün bir gereği olarak, kendisini özdeşleştirdiği futbol takımının önemli bir maçını izlemeye giden bireyimiz, ortamı hareketlendirmek için yoğun ve azimli bir çaba sahibi olan amigoların "ayağa kalkmayan Fenerli olsun" tezahüratlarına, hatta oturanların direkt gözlerine bakarak atılan "bağırsanıza laayyn" nidalarını cool havasını bozarak umursayıp umursamamakta tereddütte kalır, ancak en sonunda bir kaç kez isteyerek/istemeyerek topluluğa uyar.

- Otobüslerdeki/duraklardaki sohbetkar dayılarla konuşurken ciddiyetini muhafaza çabası: Doğulu sıradan bir erkeğin samimiyet bağlamında en temel özelliği olan sokaktaki adamla muhabbet yeteneğine sahip olmayan bireyimiz, kendisiyle iletişim kurmaya çalışan 'kaçın kurası' abilerimizi geri çeviremez ve otobüs ve sair yerlerde sohbete girer. Sohbet sırasında kibar ağzını bozmaz ve sabırla -muhtemelen abartı içeren- tüm hikayeleri dinler, eğitimli bir birey gibi gülümser, durağına gelince silkelenir ve iner.

- Gecenin bir yarısı duvarları inleterek müzik dinleyen komşuya sabır: Elinde herkesin okumasının gerekliliğine inandığı kitabıyla huzurlu bir uyku öncesi evresi yaşayan bireyimiz, üst-alt kattan gelen efkarlı nağmelere istifini bozmadan sabretmeye çalışır ve müziğin kesilmesini beklerken, Doğulu genlerini titreten Orhan Baba bağlamasına ve duygusal sözlere kayıtsız kalmaya çalışır.

- 8 Mart Kadınlar Günü'nde şiddeti kınama duyarlılığı: Kendisi hayatı boyunca şiddete başvurmayacak olan erkeğimiz, zaten anlam veremediği kadına şiddeti yüksek perdeden kınar, hayatı boyunca ekmek parası kazanmaktan başka bir şey düşünmemiş bu erkekleri mağara adamı olarak niteler, kafaların değişmesi gerekliliğine iman ederek sahip olduğu kafasına şükreder. Aslı itibariyle savunduğu değerlerde haklıdır, efenim.

18 Şubat 2013 Pazartesi

Vücutçuyum Demedim La

Bilmediği şeyler üzerine o kadar kesin yargıları olan, bunlara kendilerini öylesine inandırmış insanlardan oluşuyor ki toplumumuz... Cem Yılmaz'ın Fundamentals'ında da değindiği üzere bilmediği şey için bilmiyorum diyemiyor insanımız. Evet, Faruk Eczanesi... Ve mesele sadece çokbilmişlik de değil. Yanlış bildiği şeyler üzerinden yaptığı yorumları doğru kabul ettirmeye çalışmak eziyetini bir meziyet edinmiş durumda çoğunluk.

Spor yapıyorum diyen bir erkek bireyden bodybuilder kaslarına sahip olmasını beklemek beni delirten komedilerden biri. O kadar saçma diyaloglara şahit oldu ki bu kulaklar, artık spor yapıyorum demeye çekinir olduk.

Bilindiği (ya da daha doğrusu bilinmediği) üzere sporun insan bedenine sağladığı şey yalnızca güç değildir! Hız, çeviklik, dayanıklılık, sağlıklı kalmak amaçlarıyla da yapılır spor.

Lütfen bu yazıyı okuyan insan evladı vatandaşlarımız, ricamdır, cehaletinizden kurtulun ve spor yapan her erkeğin vücutçu olduğunu düşünmeyin. Bir erkek, kadınların dikkatini çeken kaslara sahip olmak amacıyla spor yapmak zorunda değildir.

Ayrıca vücut geliştirmeyi, erkekler için diğer salon sporlarından evla görmekten de vazgeçin. Bilin ki kafam kadar göğüs kasına sahip olmanın yolu, hava soğukken üşümekten/hava sıcakken terlemekten korktuğu için çıkıp 20 dakika koşmayı kendine zul görmekten geçer. Ağırlık çalışmaya gitmeden önce bir Naim Süleymanoğlu'nu yemekten geçer. Ağırlık çalıştıktan sonra bir sürü ilaç ve kimyasal destek kullanmaktan geçer.

Bunları söylememden ağırlık çalışmaya karşı olduğum anlaşılmasın. Ağırlık çalışmaları da güzel bir spor yapma yoludur. Ama vücut geliştirme bir spor değildir (benim düşünceme göre)!!

Şu aşağıdaki resimlere bakın ve aradaki farkı bir nebze görmeye çalışın. Ve artık -beni tanıyanlar- bana, "çok çalışıyon ama çok da kaslı değilsin" demekten vazgeçsin. O kafam kadar baldırı olan adamla koşmaya bi çıkalım mı bi?... (Fotoğraflar: Men's Health Dergisi, Aralık 2010)


3 Ocak 2013 Perşembe

GAZ Otomobilleri Müzesi - N.Novgorod

Sovyetler Birliği'ni 1991 yılına kadar ayakta tutan en önemli faktör, özkaynaklarını kullanarak fedakarlık ve dayanışmayla her şeyi başarabileceğine inanmış, bu sayede de birçok alanda mucize yaratmış ilk dönem Sovyet insanından kalan mirastı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Altın Çağı'nı yaşayan Sovyetler, ilk dönemlerinde tüm gücünü gelişmeye adamış, insanına, olabilecek en iyi imkanları olabilecek en eşit şekilde sağlayan bir sistem kurmuştu. 70'lerden itibaren çıkarcı Komünist Parti yöneticileri yüzünden teklemeye başlayan sistem reformlara ve Batı'yla oluşturulan olumlu havaya rağmen ayakta kalamamıştır ama bugün hala saygıyla yadedilen eski günlerin hatıraları Rusya'nın her yerinde kendini göstermektedir.

Geçen ağustos ayının son günlerinde, Rusya'da havanın artık cidden soğumaya başladığı günlerde, karakteristik Sovyet otomobillerini üreten GAZ (Gorkovskiy Avtomobilniy Zavod) markasının Nizhniy Novgorod şehrinde bulunan müzesine düştü yolum. Şehrin ıssız sanayi semtindeki bir teknik okul bünyesinde açılan müzeyi bulmak için haritamı defalarca açıp kapatarak etrafta dolaşmam ve çevredekilere sormam gerekti. Ancak müzenin kapısından girer girmez, soğuktan sıcağa girmenin rahatlatıcılığından çok koca bir kat dolusu tarihe ulaşmanın mutluluğuyla gevşedi kaslarım. Tarihi öğelere zaten düşkün olan ruhum eridi gitti ayaklarımın üzerine.

Fotoğraf çekmenin ücretli olduğu müzeyi, görevlilerin sohbete dalışından yararlanıp gizlice fotoğraf çekme mefhumuyla muzip bir mutlulukla taradım, kokusunu yudumladım, tenimi okşayan tarihin tadını çıkardım. Dolaşmayı bitirdiğimde andaçlar beğenmek üzere oturduğum görevlinin karşısındaki rahat koltukta uzayan sohbet sırasında, gerçek otomobillerle dolu diğer katın varlığını da heyecanla öğrendim. Görevli, internetten tanıştığı bir Türk'le evlenip Antalya'ya yerleşen komşularının kızının hikayesini de anlatıp bitirdikten sonra kalktım ve ilk kat kadar tarihi tadı olmasa da somut tarihin etkileyiciğiyle dolu katta fink attım.




Fabrikanın açılış günü


Bir Sovyet görevlisinin teftişi sırasında çekilmiş fotoğraf

İşçilerin kullandıkları bazı edevat
İkinci Dünya Savaşı'nda askeri üretim de yapmış olan fabrikada kullanılan patlayıcılarla ilgili uyarı afişleri


İkinci Dünya Savaşı için üretilen tanklardan birinin modeli

Devleti temsil eden Rodina-mat (Yurt Ana) ve elinde "Savaş Yemini"

"Yanan bombayı su dolu varile at!" uyarı afişi

Yeni üretim ZİM aracının tanıtım toplantısı daveti


Sovyetlerin 50. Yılı Madalyası



GAZ-12 İsimli Otomobil