30 Eylül 2011 Cuma

Rehabilitasyon

Ufak bir psikolojik deney (bir arkadaşın deyimiyle zindan adası) tadında geçen 2 yılın ardından 1 yıllığına döndüğüm mahallemde gördüm ki, çocukluğumun beton sahası halı sahaya dönüştürülmüş. Güzel de olmuş, çoluk çocuğun menisküsleri bir süre daha taze kalır hiç olmazsa. Son 3-4 aydır düzenli olarak takıldığım mekanlardan biri bu halı saha olmuş durumda. Mahallenin 8-15 yaş arası çocuklarının bir kısmının toplandığı, benimse şortumu ayakkabımı giyip, topumu elime alıp, vücuttaki fazla stresi ve yağa dönüşmek üzere olan karbonhidratı atmaya gittiğim yer burası. Bazı zaman boş kaleye bi kısmı direkleri bulan, bir kısmı kenardaki ağları döven şutlarla, bazı zaman da yaşıma aldırmadan beni aralarına katan çocuklarla çocuklaşarak 1,5-2 saatimi geçirir, sıkıntılarımı unutup keyiflenirim. Sahanın bendeki psikolojik destek işleviyle güzel bir tesadüf ise yukarısındaki caddenin isminin sanatoryum olması.

26 Eylül 2011 Pazartesi

The Death of You and Me

Son zamanlarda ölümlü trafik kazalarına yönelik acayip bi empati geliştirmiş durumdayım. Flash ve Fox'un ana haberlerinin genel sunuş temasına pasta üstündeki vişne gibi giden bu haberler, hep yüzümüzü büzdürmeye yönelik şekilde işleniyor. İnternette feci kazaların kafa-kol görüntülerine 'ibretle' bakmak fantezisi de yaygındı bi dönem. Ama bu kazalar, acaba ölenler için de, bizim düşünmeye alıştığımız kadar kötü mü?

Dünyaya bir kere geliyoruz diye inanıyorum (ama aksini iddia edenin de karşısında durmam). Bir kere geldiğimiz bu dünyada, kıçımız güvende geçirmeye çabaladığımız ömrümüz boyunca yaşayabileceğimiz en acayip, en kayda değer şey ne olurdu? Dünya hayatından ne elde etmeye çalışıyoruz? Ölüm hepimize hak. Nasıl bir ölümün bizi beklediğini bilmiyoruz ve an be an ecele yaklaşıyoruz. Çok çeşitli ölüm yolları var ve kime sorsanız acısız bir ölümü tercih eder şüphesiz. Ama ölüm anında, Azrail'in klasik yöntemle götürmesi halinde dahi, acı çekilip çekilmediğini bilmiyoruz.

O ölenler acıdan mı korktular, ölümden mi?

120'yle giden bi arabayla karşı şeride geçtiğinizi düşünün. Karşıdan gelen kamyona kafadan girmeden önceki 2-3 saniye nasıl bir adrenalinle geçerdi? Durum karışık tabi; o hayali zor anları yaşadıktan sonra sakat bi bedende yaşamaya devam etmek mümkün (ama bunu bi gözardı edin, ölümden bahsediyorum). Daha kamyona çarpmadan kalp krizinden gitmek de mümkün, müthiş bi acı yaşanan çok kısa bir süre sonunda bedeni terk etmek de. Ama dünya üzerinde bu ve bunun birkaç versiyonuna eşdeğer başka bir şey yaşayabilir misiniz? Ölüme gitmenin böylesi. Bi de düzgüncesi..

Her halükarde Allah hepimize rahmet eylesin.

22 Eylül 2011 Perşembe

'Fall' is Coming

Bugün sonbaharın geldiğini ilan eder bi sabaha uyandım. Coğrafya derslerinde 'teorik bularak' iplemediğim 23 Eylül'ün kulağımda çınlamasıyla. İlk defa bu kadar canlı hissettim, güneş ışınlarının GYK'ye dik düşmeye başladığını..

Nostaljik yada melankolik şeyler zırvalayan biri değilimdir hiç, ama bugün, kasvetli, bulutlu, yağmurlu gecelerin düşüncesini 'hissettim'. Adilhan'dan, 'lan o kitap işte, neyini beğenmedin' dercesine bakan gözleri ensemde hissederek, sahaf sahaf dolaşıp topladığım 30 yıllık ilk baskı Stephen King'lerin 6 aylık suskunluktan sonra haykırdıklarını hissettim. Barındırdıkları o kesif kokuyu, sarı rengi düşleyip, Nescafe 3ü 1 arada ve sıcak çikolata stoğumu kontrol etmeye gittim.

16 Eylül 2011 Cuma

RocknRolla


Guy Ritchie'nin izlemediğim iki filminden biriydi. Diğeri (Swept Away) ise büyük ihtimalle hiç izlemeyeceğim bi Madonna pohpohlaması.

Kara mizah klasikleri Lock, Stock and Two Smoking Barrels ve Snatch'te damarımı bulan ne varsa RocknRolla'da yeniden formüle etmiş kendisi. Olay örgüsü, karakterler, mekanlar, müzikler... Her sahnesi Ritchie kokan ama kendini biraz fazla tekrar ettiği bi iş olmuş. Defalarca dinlenesi replikler yerleştirmiş, İngiltere mozaiğinde ne kadar matrak tip varsa almış önümüze koymuş gene. Filme bir Abramovic bi de Jim Morrison yerleştirmiş (Abramovic'in kolunu bacağını keserken, Morrison'a da bırak oyunu dön artık demiş). Bi de MacGuffin yapmış. Daha ne olsun :D

3 Eylül 2011 Cumartesi

Beyazların Umudu



Atletizm'de 100 metre ve 200 metre yarışları geçmişten beri siyah atletlerle adeta özdeşleşmiştir. Asafa Powell, Tyson Gay ve Usain Bolt yakın zamandaki rekortmenler. Bu dalda daha önceki başarılı atletler de hep siyahtı. Bilimsel araştırmaların atletlere sağladığı yeni olanaklar sayesinde, 2000 yılından sonra üst üste yeni rekorlar kırıldı ve en son Usain Bolt 2009'da 100 metre rekorunu 9.58'e, 200 metre rekorunu da 19.19'a kadar geliştirdi. Ancak doping sayılmayan sporcu destekleri (vitamin, mineral, kreatin, efedrin, glukozamin, protein, aminoasit vb.) sayesinde insan vücudunun sınırlarının iyice zorlanmaya başlandığı bu ortamda da üstünlük yine siyah atletlerde kaldı (yaradanın beyaz ırk üzerindeki bir kıptiliği demek ki).

Son zamanlarda ise, genç bir Fransız kardeşimiz, Christophe Lemaitre, bizlere umut saçmaya başladı. Soyadını her duyduğumda 'şef garson' diyesim gelen 1990 doğumlu bu sporcu, Temmuz 2011'de 100 metrede 9.92 koşarak atletizm tarihinde 10 saniyenin altına inen ilk beyaz atlet oldu. Güney Kore'deki 2011 Dünya Atletizm Şampiyonası'nda, geçen pazar yapılan ve Bolt'un diskalifiye olduğu 100 metre finalinde 10.19 ile 4. oldu. Bugün yapılan ve Bolt'un kazandığı 200 metre finalinde ise 19.80 ile 3. oldu.



  100 Metre Finali

200 Metre Finali

Bu çocuğa dikkat.. 100 metreyi kazanan ilk beyaz atlet olma potansiyeline önümüzdeki yaklaşık 10 yıl boyunca sahip olacak tek isim gibi görünüyor.