30 Aralık 2011 Cuma

Was a LONE and Dark December

Ey bazlamasına çokokrem sürdüklerim, yatıp da uyuyacaktık be..
(Bunların yan taraflarında da sabah 08.00'de başlayan hafriyat çalışması var)

not that alone sometimes!

Ya herkesle burun buruna gidilen ankaray'ın ya da bu ayı soğuklarında dışarı çıkmak zorunda oluşumuzun sonucu

24 Aralık 2011 Cumartesi

Oflaya Oflaya

Gece gece durup dururken, aşık olup, terkedilip, asık suratımda sallanan sigarayla -belki de kanımda alkolle-, ruh gibi ortalıklarda dolaşma fantezisi edindim; sağol Burcu Güneş.

Bu dünya böyle dönmese de olur zaten be dayım..

22 Aralık 2011 Perşembe

Gençlerbiirliiii ooo-eeyy


Önceleri televizyon karşısında oturur, saatler boyunca maç, futbol belgeseli, cart-curt ne varsa izlerdim futbola dair ve hiç de yerinmezdim, napıyorum ben diye. Son birkaç yıldır ise futbola olan sevgime ters giden bir maç izleme çizgisine sahibim. Boş zaman azlığından, boş zaman olduğunda da daha faydalı aktiviteleri oturup maç izlemeye tercih ettiğimden kaynaklanıyor bu. Futbolu futbol olduğu için sevenler açısından çok zengin bir şehir Ankara. Taraftarıyla ünlü bir Ankaragücü zaten şehrin karakterini yansıtıyor. Ama bir de Gençlerbirliği maçları var ki, İngiliz tribünü usulü oturup, elinize çekirdeğinizi alıp bir Süper Lig maçını evinizde seyreder gibi seyredebilirsiniz. Hatta devre arasında romanınızı çıkarıp, merak içinde yarıda bıraktığınız bölümü bile bitirebilirsiniz. Hem de bedava. Vallahi.

Yukarıdaki bilet Süper Lig'in ilk yarısının son haftasında oynanan Gençlerbirliği-İstanbul B.B maçından. Bilet fiyatı bölümünde 0,00 TL yazıyor, güya davetiye bileti. Bu iş gününün okul sonrasında niyetlendik, maçtan 5 dk önce stada vardık, bilet satılan bir gişenin bile olmadığı stadın kapısında beleş biletimizi bulduk, iki adım ötemizde oynanan 4 gollü bir Süper Lig maçını biraz üşüyerek izledik geldik. Buradaki kilit sözcük niyet oluyor. Geri kalan her şeyi size sağlıyor Ankara. Soğuğu da tabii, ki nerede olduğumuzu bilelim..

14 Aralık 2011 Çarşamba

Şavurma

Kızılay'da bir süre önce açıldı Şavurma. Son dönemdeki, klasik döneri ufak değişikliklerle gobit döner, atom döner gibi isimlerle satma girişimlerinden biri olarak görüp bir süre sadece önünden geçmekle yetinmiştim. Rastgele bir gün girip denememle haftada bir-iki defa uğradığım mekan haline geldi. Fast food olayına oldukça soğuk biri olarak gittiğim tek fast foodçu da burası. Çok bi numarası da yok gerçi; özel dedikleri baharatlı-yağlı sosları temel neden olmakla birlikte lavaşa benzer ekmeğinin hafifliği ve bünyeye sağladığı hızlı enerji beni çeken şeyler. Ama 'yakmayacağını yeme' kuralım sebebiyle sadece spor günlerimde görüşebiliyoruz. Bi deneyin derim ben ama sağlığınıza, bünyenize de dikkat ederek. Çok hastası değilseniz turşu koydurmayın.

Bu arada ismi ilk gördüğümde kavurmayı çağrıştırmıştı bende ama ismin kökeni değişikmiş. Rusça'da döner шаурма (şaurma) olarak adlandırılıyor; sözlükte gördüğümde beni şaşırtan ve araştırmaya yönelten de bu oldu. Ama bu ismin de, bizim bildiğimiz dönerin Suriye-Lübnan-Filistin taraflarındaki adlandırılması olan şawirma'dan (bu da belli ki bizim çevirme sözcüğünden geliyor) geçmiş olması yüksek ihtimal. Arap şawirması da bizim şavurma gibi baharatlı (ve acılı) bir sosla yapılıyormuş. Ama her daim Number One TV açık olan bizim Şavurma'da kendinizi Arap varoşlarındaki salaş lokantalardan birinde hissetmiyorsunuz. Büyük eksiklik tabi.

5 Aralık 2011 Pazartesi

Hugo (Cabret)

Sinemada gerçekçiliğe her ne kadar saygı (ve biraz da ilgi) duyuyor olsam da sinema benim için kurgu ve fanteziyle eşdeğerdir. Sinemada başka bir dünyayı yaşamak sadece bu dünyadan kaçış değil hayallerimizi de yaşamak bence. Her tarafımızın gerekçilik, dram, üzüntü dolu olduğu bu ortamda karşımdaki koca perdede 1,5 saati aşkın süre Çağan Irmak'ın dedesinin insanlarını izlemek içimden gelmedi, gelmiyor. (Bu benim yapımla alakalı, eleştiri yok). Böyle olunca, Şafak Vakti denen acayiplik furyasını da para verip izlemeyeceğimden Martin Scorsese'in Hugo'sunu izledik dün akşam. Oyuncu kadrosuna bakıldı, konusu okundu ve büyük beklentiyle salona girildi. Şimdiye kadar yapılmış en iyi 3 boyutlu film olduğunu yazanlar hiç de abartmamış açıkçası. Büyülü Fener'de pek adet olmadığı üzere yanımıza bir 5'li kazma seti denk gelince seyir zevkimiz biraz baltalanmış olsa da 2 saat sonunda yüzümüzde kocaman bi gülümsemeyle çıktık salondan.

Beklentim klasik bir fantastik film yönündeydi aslında. Beklentimin aksi yönde akan film, fantastik tanımına uygun ama son dönemin fantastik tanımına aykırı bir şekil aldı. Sinemanın belgeseli çekilecek olsa bu kadar filmsel, filmi çekilecek olsa bu kadar belgeselvari yapılabilirdi. Bunu fantezi tepsisinde yaptı Scorsese, anlattı sinema rüyasını; kendininkini, bizimkini, Méliès'inkini.

Sinema sevdalıları; izleyin, izlettirin.


(1902 yapımı film, ilk hikayeli film ve ilk bilim kurgu filmi olarak kabul ediliyor)