24 Ocak 2012 Salı

Big Daddy


Adam Sandler komedileri içinde yeri ayrı olan filmlerden biri. Özellikle son dönemlerdeki düşük kalite filmlerini gördükçe bu eski filmlerini çokça yadediyorum. Belki çok üst düzey bir film değil ama, yine de yansıttığı sıcak tablo, kendini gerçek kabul ettiren arkadaşlık ve aile bağları, samimi mizah anlayışı, bende resimdeki kanepede 4. olma isteği uyandırıyor.

18 Ocak 2012 Çarşamba

Komple Kadın: Angelina Jolie

Dünya nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturuyor kadınlar. Malum kadın hakları konusunda süregelen bir utanç tablosu hakimdi tarih boyunca. Avrupa ve Amerika'da kadınlar artık iyi sayılabilecek durumdalar ama hem dünya genelinde hem Türkiye'de bazı bölgelerde kadına bakış hala geleneksel çizgisinde. Kadınların hayata katılımı konusunda hala büyük eksiklerimiz olsa da artık Türk kadını da kendisini belli bir çizginin ötesine taşımış durumda.


Bundan 1-2 yüzyıl öncesine kadarki uygarlığın gelişimine kadınların katkısı tartışmalı konumda sayılabilir ama, erkek milletinin düşünmeye alıştığının ötesinde kadınların çok büyük bir potansiyel sahibi olduğunun en büyük kanıtlarından birisi de Angelina Jolie. Dünyayı yaşanır hale getiren kadınsı özelliklerin bir çoğunun sağlam bir temsilcisi olarak anıldı yıllarca. Ancak 24 Şubat'ta Türkiye'de de vizyona girecek olan In the Land of Blood and Honey filmini yazıp yöneterek sadece güzelliği, çekiciliği ya da oyunculuğuyla değil, artık yaratıcılığıyla ve beyniyle de değerlendirilecek komple bir kadın halini alma yoluna girdi. Bosna Savaşı yıllarında geçen dramatik-romantik bir hikaye anlatan bu filmle iyi iş çıkardığını umuyorum.


Allah vergisi güzelliklerinin yanında erkeklerden aşağı kalmayacak kapasiteleriyle, modern toplumun öncüsü ve önderi olmalarına hiç bir engel bulunmayan kadınları teşvik edecek model isimlerden birisi de Angelina Jolie olacak artık. Ama makyajı, kıyafetleri, çekiciliği vs. değerlendirilirken yaptığı işlerden de ders çıkarılması koşuluyla..

15 Ocak 2012 Pazar

The Girl with the Dragon Tattoo


Aşağıda yazılanlar, kitabı okumayanların filmi izlemeleri halinde hiç bir halt ifade etmeyecek, abartının deve hörgücü olarak kabul edilecektir. Ve kendileri tatsız yaşantılarında bir de Lisbeth'in eksik olmasıyla kendilerince pek de bir şey kaybetmemiş olacaklardır.

Kitaplarını büyük hayranlıkla okuduğum (bu bloga yazdığım ilk yazı da serinin son kitabıyla ilgiliydi) ve İsveç versiyonu filmlerini de oyuncuları karakterlerle özdeşleştirerek izlediğim bu hikayenin, David Fincher'ın ellerinde yeniden şekilleneceğini ilk duyduğumda hafif endişeyle karışık müthiş bir heyecan duymuştum. Zira Fight Club, Seven, Benjamin Button, Zodiac da kendisinin elinden çıkmadır ama, çok güçlü karakterlerin ve yine oldukça güçlü bu hikayenin, başarılı bir İsveç uyarlamasından sonra yapılacak bu film şaheser de olabilirdi, David Fincher'ı rezil de edebilirdi. Daniel Craig'e zaten güveniyordum ve bu rolün verilebileceği belki de en iyi isim olduğunu düşünüyordum. İstikrarlı oyunculuğunun devamı olarak kendisinden bekleneni eksiksiz vermiş ve karizmatik-başarılı gazeteci karakterine tam uymuş. Noomi Rapace'ın can verdiği Lisbeth Salander ise, kafamda o kadar yer etmişti ki, Rooney Mara'nın bu işi kıvıramayacağından emin gibiydim. Ama günün geç saatlerinde ve dışarıda lapa lapa bir kar başlarken, 155 dakika oturduğum perdenin karşısında -affınıza sığınarak- adeta zevkten kıvrandım. Biraz farklı bir Lisbeth Salander görüntüsü yaratılmış olsa da bu efsane karakter neredeyse eksiksiz oynanmış, oynatılmış. Bu performansından sonra hayatının geri kalanını bir yıldız olarak yaşayacağından emin olduğum Rooney Mara'nın İsveççe yer ve kişi isimlerini telaffuz edişi ise İngilizce çekilen bu filmde dişe dokunur bir fark yaratmış.

Bu müthiş kitabın sinema filmine dönüştürülürken bir yerlerinden kırpılması icap etmiş doğal olarak ama, belki de yapılabileceği en iyi şekilde uyarlanmış. Stieg Larsson'un anlatmaya çalıştıklarını (ki olayın ruhu olan şeyleri) eksiksiz vermiş bir kere, İsveç'in o hayran kalınası kışını, karakteristik mimarisini, entelini-serserisini de olduğu gibi sermiş perdeye. Dolayısıyla Blu-Ray'ine bir kamyon para verip alacağım bir film ortaya çıkarırken, bundan sonra yapacağı her filmi sinemada izleyeceğim garantisini de alıyor Fincher.

Finaller dize kadar, Lisbeth gel bize kadar diyor, sınavlara falan boşverip gidip görmenizi ya da daha iyisi serinin ilk kitabına başlayarak kendinize bir iyilik yapmanızı tembih ediyorum.

8 Ocak 2012 Pazar

Teşekkürler Keçiören

Çevre koruma konusunda en ufak duyarlılığın bile önemini biliyoruz. Bu duyarlılığın gelişerek artması dileklerimizle...





4 Ocak 2012 Çarşamba

Bir Zamanlar Kardeştiler

Cuma günleri spor belgeselleri yayınlanacak olan NTVSpor Belgesel Kuşağı, açılışı geçen cuma müthiş bir belgeselle yaptı. Yugoslavya'nın dağıldığı 80'lerin sonu 90'ların başındaki o hüzünlü dönemden basketbol dünyasından trajik bir hikayeyi anlatan Once Brothers, savaşın ve politikacıların gözüdoymazlığının insanlara neler yaptığını da gözler önüne seriyor. Büyük bölümü Sırp basketbolcu Vlade Divac'ın kendi dilinden anlatımıyla ilerleyen belgesel, hayata çok erken veda eden Drazen Petrovic ile Vlade Divac'ın hüzünlü hikayesini anlatıyor. Ben başlarını kaçırmıştım ama izlediğim bölümü beni duygulandırmaya yetmişti. Yarın akşam (5 Ocak 2012) saat 20.00'de ise NTVSpor'da tekrarı var. Fırsat bulursanız kaçırmayın; sporla aranız yoksa bile.