27 Aralık 2012 Perşembe

Terma Romasson

Neredeyse her gece yatağa girerken düşündüğüm ama hiç gerçekleştiremediğim bir şey var: "Bir rüya görür ve o rüyadan sonra hafif bir bilinç geri gelmesi yaşarsam, tekrar dalmayayım ve o rüyayı not alayım."

Ne kadar çabalasam, ne kadar buna niyetlenerek uyusam da, gördüğüm tonla garip rüyadan hiç birisini -bugüne kadar- not alamamıştım. Uykumun diğer günlere nispeten daha hafif olduğu bu sabaha karşı gözlerimi 10 saniye kadar açık tutabildim ve beynimde yankılanan iki kelimeyi not alabildim: Terma Romasson...

Geri kalanından hiç bir şey hatırlamadığım rüyadan kalan bu iki kelimeyi sabah hemen Google'da arattım. Bir film karakteri adına, latince bir tıp ya da jeoloji terimine benzese de tam bir eşleşme çıkmadı, benim için de net hiç bir anlamı yok. Aklım kendi içinde ne oyunlar oynuyor bilmiyorum.

4 Kasım 2012 Pazar

"Ya, işte böyle!" diyordu

Bazen bir kitabın bir bölümüne, bir cümlesine gelince, durur kalırız. Karşımıza çıkanlar ifade etmeye çalışıp edemediğimiz şeylerdir bazen, içten içe farkettiğimiz adını koyamadığımız şeylerdir, ya da tam da o sıradaki hislerimizdir. Durur kalırız, parmağımız o sayfanın arasında, düşüncelere dalarız.

Kaymakam Salahattin Bey'in, hayatındaki büyük kırılmayı bekleyen, bir şeyler yapmak isteyip de elinden beklemekten başka bir şey gelmeyen, düşüncelerle kafası çalkalanan bizim Kuyucaklı Yusuf'a söylediği sözler, sanki bana söylenmiş gibi hissettirdi bugün. Böyle ayrı bir paragraf halinde okuyunca alelade akıl veren sözler gibi gelebilir bunlar ama, kitabın süregelen duygusallığıyla, Yusuf'u içselleştirmişliğim içerisinde durdum, düşündüm, düşündüm, yüreğime verdikleri ferahlıkla hala da düşünüyorum:

 "...Benim şurada üç günlük ömrüm kaldı; aklında bulunsun diye bunları söylüyorum. Hayattan fazla şeyler bekleme. Dünyada her felaketin içinden en az zararla sıyrılmanın yolu hayata uymak, muhite uymak, hiç sivrilmemektir. (...) Sıra bizim Muhammed'e gelince: "Saadet, hayatı olduğu gibi kabul etmektir..." demiş. Ne doğru söz! Hayatı olduğu gibi kabul etmeli ve ona ne bir şey ilave etmeli, ne de ondan bir şey eksiltmeli... Bazı şeyler vardır, canımızı sıkar; "Bu neden böyle? Böyle şeyleri dünyadan kaldırmalı!" deriz. Bazı şeyler de mevcut değildir. İçimizden, bunların olmasını ister, hatta bu uğurda çalışırız. İkisi de saçma ve faydasızdır. İnsan dediğin mahluk hiçbir şeyi değiştiremez. Bunun için, gönlünün rahat olmasını istersen, gördüğün fenalıkların bile bir hikmeti olduğunu düşün ve yeryüzünde olmayan iyilikleri oraya getirmek sevdasına kapılma... Sonra en mühimi: Kendini halinden şikayet etmeye alıştırma! Ömrünün sonuna kadar dövünsen bu hayatın cefası tükenmez; kendine etmiş olursun. İçkiye de şimdilik pek heves etme. Bazen insan avunmak için başka çare bulamıyor ama, sen nefsine hakim ol. Biraz daha yaşlandıktan sonra nasıl olsa başlarsın. Hatta o zaman lazımdır da. Akşamdan akşama iki kadehin zararı yoktur. İnsana dünyayı unutturur. Eh, bu dünya da unutulacak dünya zaten..."

23 Ekim 2012 Salı

Theatre is Evil

Yok yok, yanlış anladınız, çok severim ben tiyatroyu.

Bu, son zamanlarda dinlediğim en iyi indie albümlerinden birinin ismi. Amanda Palmer'ın The Grand Theft Orchestra ile birkaç hafta önce çıkardığı albüm.

Şu da albümün en sevdiğim parçası.

19 Ekim 2012 Cuma

Her Şeyin Hayırlısı

Hayatımın dine en uzak dönemindeyim galiba. Küçüklükten aklıma yer eden, aklı bir an önce cüz kitaplarından, Kuranlarından kurtulup top oynamaya gitmekte olan haşarı Anadolu çocuklarının dine bağlı yetişmelerini perçinlemek için Kuran kurslarında söylenen 'namaz kılmayı terkedenlerin kalbi kararmaya başlar ve bir süre sonra namaza gitmek hiç içinden gelmez' şeklindeki güçlü tasvir arada sırada aklıma geliyor. Ama dine uzaklık olarak adlandırdığım durum dini yaşamamamdan ya da günah işlediğimden değil. Dinden ve dinsizlikten tamamen uzak bir dönem bu.

Durumun temel özelliği, her şeyi sorguluyor olmam. Dinsiz filozofların dini dünyanın en büyük yanılgısı olarak gören görüşlerini okumuş değilim. Derslerde bu yazarların uçuk (sayılan) düşüncelerine atıfta bulunan hukuk ya da uluslararası ilişkiler hocalarımın söyledikleri bir cümle beni kışkırtmaya yetiyor. Ya tüm dinler bir yalandan ibaretse demek üzereyken, neyse deyip susturuyorum kendimi.

'Madem domuz eti murdar, zamanında Hristiyanlara niye yasaklanmamış amk' şeklinde bir soruyu cevapsız bırakarak zorla savuşturuyorum, dinden çıkmak korkusuyla. Akil birine sorarım belki bi gün.

"Her şeyin hayırlısını istemek" şeklinde bir kavram var ya bizde, ne zamandır da ona taktım. Belli ki dini kaygılar da var bu sözün altında. Yoksa hayırsız olmakla kastedilen, başa bela getirmeklikle ne kadar bağlantılı olabilir? Bizim gibi küçük insanların istediği şeylerin başa getireceği bela ne olabilir ki?

Kullanmaktan hiddetle kaçınır oldum bu sözü. Aslında kimsenin hayırlıyı falan gözettiği yok da, dile yerleşmiş bi kere. İrademizin işlemediği yerde bakalım ne olacak şeklinde bir kullanımı var aslında.

(Burada hayatını gerçekten dine göre yaşayanları tenzih etmeliyim galiba.)

Ama birisi bana "Allah hayırlısını nasip etsin" dediği zaman cinlerim tepeme çıkıyor. Niye hayırlısını istiyoruz arkadaş, ben güzel olanı istiyorum, büyük olanı istiyorum, pahalı olanı istiyorum yahu.

Sanki başımıza her zaman hayırlı olan geliyor da, gelecekte olmasını istediğim şeylerin de hayırlısını talep edeceğim. Hayırsızsa da hayırsız olsun, istediğim olsun amk diyerek çıkıyorum bu denklemin içinden.

Derdim belki din ile, belki kendim ile, belki bizi sıkan kalıplarla. Bilemiyorum şimdilik. Ama kafamda, her konuda ufak çaplı bir çatışma yaşanıyor. Belki fazla rahatlığın sonucudur, kendimi sıkıp durdurmalıyım, soru sormayı kesmeliyim biraz, ya da gittiği yere kadar serbest bırakmalıyım kendimi.

1 Ekim 2012 Pazartesi

I know a girl called Elsa

Bilmeyenler için, bir yabancıyla sohbete girmenin en kestirme yolu ona basit bir soru sormaktır. Eğer kişi sohbete, bir yabancıyla yakınlaşmaya yatkın biriyse, rahat bir tepki verecek ve oradan buradan konuşulmaya başlanacaktır. Bir Smolensk-Moskova treninde bu tekniğin bana uygulanmış olması, bunun ne sadece bana, ne de sadece Türklere ait bir yol olmadığı kanaatimi güçlendirmiştir.

Geçen 1 ay sonrasında iyice oranın insanına dönüşmüştüm, 2 ayrı kampa katılmış, onlarca Rus ile yakın temasta bulunmuştum. Ama hala bazı konularda bekle-gör politikasından vazgeçemiyordum, aşırı girişken olmaktan kaçınıyordum. Yabancıydım orada ve başıma bir iş açmaktan çekiniyordum. Ayrıca kız milletinin tutuculuğundan ve nazından bunalmış her yağız Türk delikanlısına olacağı üzere, Rus kızlarının rahatlığı ve kolay ulaşılabilirliğini özümsedikten sonra nabzım normalin üzerine kolay kolay çıkmaz olmuştu.

Uzun bir yolculuğa kafamı hazırlamış, yüklerimi sekiz elimle yüklenmiş, trendeki yerime yönelmiştim. Trenin hareketinden 10-15 dk kadar önce vagona girdiğim için tek tük boş yer kalmıştı ve hemen girişte yerimi göz kararı tahmin etmiştim. Oturacağım koltuğa yaklaşırken, yanımdaki koltukta sigara kokmayan veya koltuktan taşmayan birinin olmasını temenni ediyordum. Şans bu ya, hani seç de yanına otur deseler, seçilecek cinsten bir Rus kızının yanına düşmüşüm. Sağa sola bakınıp duruyor, o da yanına gelenin nasıl biri olacağını kestirmeye çalışıyordu tahminimce. Sakince yaklaştım, kızımıza hiç bakmadan eşyalarımı yukarıdaki geniş rafa yerleştirmeye başladım, ama bir yandan onun bana baktığını da hissediyordum. Eşyalarımı yerleştirdim, önem verdiğim bir hediyeyi de kırılmaması için ayağımın yanına koyarak oturdum yerime.

Yolun sohbet etmeden geçmeyeceğinin bilincindeydim ama, benim yaşlarımda görünen bu güzele de sulanıyormuş görüntüsü vermekten çekiniyordum. Ben hiç sesimi çıkarmadan oturuyordum yerimde, trenin hareket etmesini bekliyordum. O ise biraz dışarıyı seyrediyor, biraz telefonuyla bi şeyler yapıyor, sonra trenin içine doğru göz gezdiriyordu. Bu sırada gözünün bana çarptığından da emin gibiydim. Ben konuşmamakta, hatta ona doğru başımı bile çevirmemekte ısrar ediyordum. Tren hareket ettikten sonra bu duruma karşı pes eden o oldu ve Rusya'da bir kez olsun trene binmiş olan herkesin cevabını bildiği o basit soruyu sordu:

"Trende nerede sigara içilebiliyor?"

Sigarasını içip geldi ve yerine oturur oturmaz, 'bak sigara içtim ama naneli sakızımı da çiğniyorum' dercesine çantasından sakız paketini çıkarıp bana da uzattı. Ben ise başıma iş alma çekincesini bir kenara bırakmış, en rahat tavrımı takınmıştım. 18 yaşında ve Daria (Dasha) isminde olduğunu öğrenerek başladığımız sohbet, ikimiz de trenin tek düze sesine teslim olup uyuklamaya başlayacağımız 4 saat sonrasına kadar sürdü. Kırık Rusçama, esprilerine geç mukabele etmeme, bazen hiç anlamamama aldırmadan tam 4 saat konuştu Dasha. Zengin bir aileden geldiği her halinden belliydi. Avrupa başkentlerini görmüş, 2-3 defa İstanbul'a gelmişti. Babaannesinin dağ evinde geçirdiği tatillerinden anektodlar, yakın arkadaşlarıyla içmeye gidişleri, sarhoş olan arkadaşlarının yaptığı komik rezillikler, ne anlattıysa büyük dikkatle dinledim, güldüm, gülümsedim. Ben gülümsedikçe o anlattı, o anlattıkça ben gülümsedim.

Baktı dinliyorum, anlıyorum, ama az konuşabiliyorum, Avrupa seyahatlerinden, gittiği yerlerin insanları hakkındaki yargılarından bahsetmeye başladı. Avrupa'nın en kıymet bilmez insanının Polonya'da olduğu tümevarımını açıkladığı sırada yeşil gözlerine bakarken, Ankara'da güneşli bir günde aklımı alan bir çift göz hatrıma düştü. Kahverengiydi o gözler, hiç akla gelmeyecek o anda gözümün önüne gelmelerine de hiç bir sebep yoktu ortada ama, ilk gördüğüm gün Ankaramın güneşinde öyle bir parlamışlardı, öylesi bakmış, aklıma öyle kazınmışlardı ki, o gün içime düşen duygular aylar sonra bilmem kaç bin kilometre ötede diyaframıma sıcaklık saçtı, Dasha'nın hikayesiyle alakasız, utangaç bir gülümseme oldu, eridi yüzümde.

Moskova'da vedalaştık kendisiyle. Sevgilisi trenin önünden aldı, eşlik etti, şanslı çocuk yakıştırmama maruz kaldı. Ben ise aklımda düşünceler, yarı düşünceli, yarı ifadesiz bir surat ile beni Nizhniy Novgorod'a götürecek treni beklemeye başladım.

(Not: Şimdi anlatsam bizim bebelere... )


28 Eylül 2012 Cuma

Rusya'da İngilizce

Rusya'da herkesin bildiği gibi iki metropol vardır: Moskova ve St. Petersburg. İnsanları, sosyal hayatları, nitelik ve niceliksel büyüklükleriyle ülkenin geri kalanından çok ayrıdırlar. Bir turist olarak her şeye ulaşabileceğiniz şehirlerdir ve İngilizce, birileriyle iletişime geçmede yeterlidir. Hatta Moskova'nın merkezinde, Ruble'niz yoksa dolar-euro da geçerlidir, tabi birazcık yüksek kurdan verirsiniz.

Ancak Rusya'da bu iki şehrin haricinde nereye giderseniz gidin, Rusça'nız yoksa yaşamanız neredeyse mümkün değildir. Moskova'da aylar boyunca sadece İngilizce'yle idare edebilirsiniz. Ama diğer şehirlerde kimseyle iletişim kuramazsınız, ortamlarda, hiç bir şeyden anlamadığınız için moron muamelesi görürsünüz, dışarıda yabancı olduğunuz kolaylıkla anlaşılacağı için her an tehlike altındasınızdır.

İngilizce'yle idare edememenizin temel sebebi, Rusya'da yabancı dil eğitiminin son derece kötü olmasıdır. Başlarda Rusların kötü ingilizceleri karşısında, Fransızlar için kullanılan "İngilizce bilirler ama konuşmazlar" deyimi aklıma gelmişti. Ama ilerleyen zamanlarda İngilizce biliyorum diyen insanlarla iki çift laf edememeyi tecrübe ettikten sonra yabancı dil seviyesinin yerlerde olduğunu gördüm. Geçen gün bir internet sitesinde saçma bir haber gördüm, Türklerin yabancı dil seviyelerinin bilmem kaç ülke arasında bilmem kaçıncı olduğuna yönelik. Bizim Türklere kurban olsunlar, bırakın Rusları, adam İspanya'dan Rusya'ya gelmiş, 1 ay kalacak, derdini zor anlatıyor İngilizce. Koskoca günü iki söz öbeğiyle geçiren Fransız gördüm: 'I don't know' ve 'Come on!'.

Ancak bu durum, iki ay sonunda Rusçamın gelişimine yaptığı katkıya bakınca minnet duygularına yol açıyor.

Moskova'da geçirdiğim 4 gün sonrasında Rybinsk şehrinden gelecek Rus arkadaşlarla saat 23.00'da Domodedovo havaalanında buluşmak üzere sözleşmiştik. Buluşup bir minibüsle Rybinsk'e geçecektik. Saat 22.00'da şehir merkezinden hızlı trene (aeroekspress) binersem yarım saatte orada olacağım söylendi, öyle yaptım. Aksiliğin böylesi dedirtircesine tren öyle bir arıza yaptı ki, 5 dk gidip, 5 dk dinlenmeye başladı. Yolcuların hiç bir şeyden haberi yok, tren personeli sorulara ters cevaplar veriyor, kimse şikayetleri dinlemiyor. Uçağa yetişmesi gereken insanlar var, malum uçak bileti bir sürü para, kimse bir şey söyleyemiyor. Benim ise Rus Sim Kartım yok, Avea hattımdan bir Rus hattına sadece SMS gönderebiliyorum. Beni karşılayacak Vasiliy isimli arkadaş ile İngilizce mesajlaşıyoruz (ki kendisiyle daha sonra yaklaşık 1,5 ayı birlikte geçirdik ve kanka (bratan) olduk). Durumu uzun uzun anlatıyorum İngilizce, Vasiliy 2-3 kelimelik kısa kısa mesajlar atıyor. Buradayken maillerinden İngilizcesinin kötü olduğunu anlamıştım ama durumun sandığımdan da kötü olduğunu sonradan kavradım. Saat 23.00, İsviçre'den, Tayvan'dan, İsveç'ten, Rusya'dan 8 kişi havaalanında toplanmış, beni bekliyorlar. 15 dk geçti, yarım saat geçti tren aynı. Saat 00.00'a yaklaşırken insanları daha fazla bekletmemek üzere bir mesaj yazdım, dedim ki: 'Özür dilerim, bu tren bu şekilde oraya varamayacak, siz minibüse binin gidin, beni beklemeyin, ben bir yol bulurum.' Vasiliy'in cevabı hoşgörü timsali gibiydi: 'Önemli değil, biz seni bekleriz.' 22.30 da havaalanında olması gereken tren saat 01.30'da oraya varabildi. Ben t-shirtle geziyorum falan ama hava soğuk, herkes yorgun, tam 2,5 saat beni orada beklemişler. Ben mahcup bi halde minibüse girdim, herkesten özür diledim, neler olduğunu anlattım, yola çıktık ve konu kapandı. Sabah kahvaltısında ufak espriler yapsak da bir daha konu açılmadı.

Bundan 1,5 ay kadar sonra bir gece, başka bir şehirde, Dzerzhinsk'te, Vasiliy ve beni bekleyen başka iki arkadaşla birlikte nehir kenarında yürürken bu konu açıldı tekrar. Benim Rusçam iyice ilerlemiş, 4ümüz çok yakın arkadaş olmuşuz, esprili bir şekilde konuşuyoruz. Anektod anlatma ustası Vasiliy o geceyi anlatmaya başladı, nasıl beklediklerini ne düşündüklerini, bekleyişin ne kadar zor geldiğini... Sonra Vasiliy bana dedi ki: "Bana mesaj attın ve 'özür dilerim geciktim, tren çok geç gelecek, beni bekleyin, başka türlü gidemem' dedin, biz de o yüzden bekledik!" Beni bekledikleri gece suratı bir karış olan Elena da 3 saate yakın beklediklerini hatırlattı. O an nasıl tepki vereceğimi şaşırdım, durumu izah ettim, beni beklemeyin demiştim dedim. Vasiliy hakikaten de mesajı tamamıyla ters anlamış. O günlerde de o mesajı Rusça atabilecek durumdaydım, keşke mesajı Rusça atsaymışım dedirtti bu durum bana.



Elbette ki iyi İngilizce konuşan bir kaç kişiye de rastladım küçük şehirlerde ama, Rusların zengin sayılabilecek kesimi haricinde, ortalama Rus çocuklar iyi yabancı dil eğitimi alamıyorlar. Kendi başına çabalayan, filmlerden dizilerden biraz İngilizce öğrenen gençler ise tercüman değerinde orada.

23 Eylül 2012 Pazar

Kafam Yüklü Döndüm

Ben bir şeyleri samimiyetle hissetmedikçe yapamıyorum. Bugün sabah bloga yeni bi şeyler yazma isteğiyle oturdum kahvaltı masasına. Neden bilmiyorum. Son gönderimin ne olduğunu bile hatırlamıyordum, bloga girerken. Merak edip öğrendiğim bir şeyi paylaşmamın üzerinden tam 4 ay geçmiş. 4 ayda neler değişmiş hayatımda, neler yaşamışım, dönüp bakınca şaşırdım şimdi. Oha, dedim, bu kadar oldu mu.

İşte bu yüzden okulun, işimizin, istemeden bağlandığımız her şeyin hayatımızdan çaldığını düşünüyorum. Daha lisedeyken de aynını düşünüyordum, kafasını derse gömenlere içten bir üzüntüyle, anlayamamazlıkla bakarken. Hayatımda 1 öğrenim yılı haricinde hiç ders çalışmadım o kadar, ve belki de bu sebeple, olmak istediğim her şey olamayacağım ilerleyen hayatımda. Bir masanın etrafında başarılarımı anlatamayacağım ben, hep olabileceklerim ama olamadıklarım olacak dilimin ucunda. Ama ben yaşadıklarımı anlatacağım, gittiğim gördüğüm, tecrübe ettiğim güzellikler olacak, gözümü hayata kaparken aklıma gelen. Beni isteyen istediği gibi anacak, ama ben birkaç saniye sürecek hayıflanmalarımın ardından bir Vasiliy vardı, bir Alyona vardı diyeceğim. Saçma hayatımda, alttan alacağım dersi değil, tadı damağımda kalan Охота'yı anacağım. Bu hayatı güzelleştirebildiğim kadar güzelleştirmeye bakacağım.

Yaklaşık 2 ay geçirdiğim Rusya'dan anılarımı da paylaşacağım bundan sonraki gönderilerde.

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Türkçe'de Ay İsimleri

Meraktaydım bir zamandır, ne demek oluyor bu bizim ayların isimleri diye. Final döneminde öğrenmek nasip oldu. Ocak, Ekim, Aralık, ne demek olduğu tahmin edilebilen isimler ama, Şubat da ne demek ki diye düşünenler buyursun:

Ocak: Türkçe'deki bildiğimiz ateş olan yer anlamındaki "ocak"tan geliyor. Eski Türkçe'de 'od'dan türemiş odak/ocak (od/ateş olan yer). Yılın bu dönemi eskiden halk arasında Zemheri olarak adlandırılırmış.

Şubat: Süryanice'deki şabat/şobat'tan geliyor. İngilizce'de 'sabbath (Türkçe şabat)', Yahudilerin dinlenme günlerine verilen ad. Büyük ihtimalle Süryaniler de kurban günlerini şabat olarak adlandırıyorlar, çünkü Şubat isminin Süryaniceden geçtiği söyleniyor. Şubat ayının İngilizcesi ise, Romalıların günahlarına kefaret olarak kurban kestikleri arındırma festivaline verilen 'Februa' adından geliyor. Yılın bu dönemi eskiden halk arasında Gücük olarak adlandırılırmış.

Mart: Roma savaş tanrısı Mars'tan, Latince'den geliyor.

Nisan: Süryanice'deki 'nisanna'dan. Güneşli-güneşlenme gibi anlamları karşılar. Roma'daki Aprilius da aynı anlamdaymış.

Mayıs: Latince. Roma'da Maia, Merkür'ün annesi ve bitkileri büyüten tanrının adıdır. Latince'de maius en büyük demektir (magnus:büyük, maior:daha büyük, maius:en büyük). Yılın bu dönemi eskiden halk arasında Kiraz olarak adlandırılırmış.

Haziran: Süryanice hazaran/hazuran (sıcak, hazıran)dan gelmektedir. Roma'daki adı Junius, gençlik/genç anlamlarındaymış.

Temmuz: Sümer Bereket Tanrısı'nın adı Dumuzi'den gelmektedir. Ayrıca Eski Mısır'da Dama, bir araya gelme demekmiş. Belli ki tarımsal etkinliğe atıftan gelen bir isim. Yılın bu dönemi eskiden halk arasında Orak olarak adlandırılırmış. Julius Sezar bu aya kendi adından kaynaklı Juli demiş.

Ağustos: Latince'den, Roma İmparatoru Agustos'un adından geliyor. Augustus'un, Sezar'dan geri kalmamak için Şubat'tan bir gün alıp Ağustos'a eklediği, bu nedenle hem Temmuz'un hem Ağustos'un 31 çektiği söyleniyor. Yılın bu dönemi eskiden halk arasında Harman olarak adlandırılırmış.

Eylül: Süryanice'deki üzüm ayı 'aylul'dan geliyor. Yılın bu dönemi eskiden halk arasında Çürük olarak adlandırılırmış.

Ekim: Türkçe'den, tarlaların ekildiği ay anlamında. Yılın bu dönemi eskiden halk arasında Avara olarak adlandırılırmış.

Kasım: Arapça'dan ayıran, bölen, kısımlayan anlamında. Yılın bu dönemi eskiden halk arasında Koç olarak adlandırılırmış.

Aralık: Türkçe'den, iki şey, iki zaman arasındaki boşluk anlamında. Yılın bu dönemi eskiden halk arasında Karakış olarak adlandırılırmış.

Ek not: Latince'deki September, October, November, December, aynen İngilizce'ye geçmiş ve sırasıyla 7, 8, 9, 10 sayılarının Latince'sinden gelme. İlk düzenleme olan Julyen takviminde bu şekilde isimlendirilmiş ve düzenlenme sonrası Gregoryen takvimine geçişte aynen kalmış.

kaynaklar: blog.milliyet.com.tr, cevap.org, muhtelif siteler.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Spor = Hayat

('spor' gördüğünüz yerlere 'hayat' koyabilirsiniz)

Nankördür spor. Biraz soğuyup terkettiniz mi kopabilirsiniz ondan.

Düzen ister spor. Bir ara savsakladınız mı erimeye başlarsınız.

Özveri ister spor. Bazen halsiz ve isteksiz olsanız da evden çıkıp buluşmanız gerekir onunla.

Hedef koymanızı ister spor. Amaçsızca gidilen bir yol değildir.

Her zaman istediğinizi vermeyebilir spor. Koşullara bağlı olarak bazılarına iyi davranırken size istediğinizi vermeyebilir. İşte aslolan da, bu durumda dahi elinizdekiyle yetinip yolunuza devam edebilmektir. Bir gün istediğiniz noktaya ulaşmak arzusuyla.

Sizi spordan alıkoyan şeyler olabilir. Okulunuz, işiniz gücünüz, çoluk çocuğunuz sporla daha fazla iç içe olmanıza engel olabilir. Ama fırsat yaratmak sizin elinizdedir.

Eskiye bakınca hüzün, yeniye bakınca sevinçtir spor.

Bir şeyleri kirletirken temiz kalırsınız sporda.

15 Mart 2012 Perşembe

Aşk, Tutku, Ayrılık

"Sana gene yazıyorum çünkü yalnızım ve çünkü kafamın içinde seninle konuşurken senin bunu bilmiyor ya da bana karşılık veremiyor olmana katlanamıyorum.

Kısa süreli ayrılıklar iyi oluyor, çünkü hep bir arada olununca her şey hiç ayırt edilemeyecek kadar birbirine benzemeye başlıyor. Yan yana durduklarında kuleler bile cüceleşirken, alelade ve ufak tefek şeyler yakından bakınca kocamanlaşır. Küçük tedirginlikler onlara yol açan nesneler göz önünden kaldırıldığında yok olabilir. Yan yanalık dolayısıyla sıradanlaşan tutkularsa, mesafenin büyüsüyle yeniden büyüyüp doğal boyutlarına dönerler. Aşkım da öyle. Zamanın aşkımı tıpkı güneş ve yağmurun bitkileri büyüttüğü gibi büyütmüş olduğunu anlamam için senin bir an, sırf rüyada bile olsa benden koparılman yetiyor. Senden ayrılır ayrılmaz sana olan aşkım bütün gerçekliğiyle kendini gösteriyor: O, ruhumun bütün enerjisiyle yüreğimin bütün kişiliğini bir araya getiren bir dev. Böylece yeniden insan olduğumu hissediyorum, çünkü içim tutkuyla doluyor. (...) Aşk, sevdiğine aşk, yani sana aşk, insanı yeniden insanlaştırıyor..."

21 Haziran 1865, Karl Marx'ın Londra'daki eşi Jenny Marx'a mektubundan.

23 Şubat 2012 Perşembe

Film Tatili

Okul dönemlerinde bir çok şeyden olduğu gibi filmlerden de uzak kalıyoruz. Geçen tatil boyunca, evde bulunduğum ölü akşamları, izlemek için beklettiğim filmlere ayırdım. Farklı beğenilere sahip farklı insanlara tavsiye edecek kadar beğendiklerim şöyle:



Little Miss Sunshine: Adı çok duyulmamış sıcacık bir yol hikayesi. Yapmacık hareketlere, insanları kalıba sokma çabalarına, etrafa (kendi gibi olmayanlara) negatif enerji saçanlara rağmen insan kalıp, samimi olup kafanıza göre takılın..

Babusya: Rusya yapımı, duygu yüklü, sosyal eleştiri. 

Road to Perdition: Yalnız kaliteli bir mafya aksiyonu değil, aynı zamanda bir insanlık filmi.

Mrs. Henderson Presents: Sanat üzerine güzel bir hikaye, iyi oyunculuk, dramatik-tarihi arka plan. İngiliz aksanı.

Up in the Air: Güzel senaryo, müthiş replikler, basit film.

The Boat That Rocked: Rock'n Roll baby!!

Tron: Legacy: Müthiş bir görsellik, güzel hikaye, Olivia Wilde.

Melancholia: Melankolik, sıkıntılı, garip, ilginç.

9 Şubat 2012 Perşembe

Rab Şeytana Dedi Ki



Aslında dinin dogmatik çizgisinden biraz kaykılıp, ilahi ve dünyevi olaylara mantık getirmeye çalıştığınızda kendinizi bulacağınız yer hep Eyüp ve Sisyphos'un durumudur. Bazen şeytana ihtiyaç duymadan, kafanızı karıştıracak soruları kendiniz sorup düşünüyorsunuz, çoğu zaman cevap bulamadan. Şeytan da çok şey diyor insana, kuşkusuz. Ama burada öyle resmedilmiş ki şeytan, sahneye inip yancısı falan olmak istiyorsunuz. Rock star kılıklı şeytana can veren Durukan Ordu, oyunculuğu kadar sesiyle de oyunu sürüklüyor. Ayrıca seyircilerin arasından bazı hanımların iç çekişlerini de duyduk. Şeytanın şovu şeklinde ilerleyen oyunda orkestranın ve dansçıların performansı da Durukan Ordu'yu tamamlayınca, Devlet Tiyatrosu'nun başarılı oyunlarından birini izliyorsunuz.


2 Şubat 2012 Perşembe

Peynirli Çörek


Çocukluk ve gençlik yıllarımızda edindiğimiz tecrübeler belleğimizde şüphesiz geniş yer tutuyor. Dalga geçilmeler, küçük düşürülmeler, şanssız anlar vb. kadar bayramda verilen ufak bir harçlık, küçük bir övgü, maçı bitiren 10. golü atmak gibi şeyler de şaşırtıcı şekilde, önemli bir çok olaydan daha çok hatırlanıyor. Bu liste kişiye göre değişebilmekle birlikte nitelikler genelde çocuksuluk sınırlarında seyrediyor.

Hatırladığım kadarıyla, annemin, peynirli çöreğini son yapışından bu yana 1 yıl kadar olmuş olmalı. Daha önceleri de hamur işinden aç kalma pahasına kaçışım yüzünden, bu çöreklerden mahrum bırakıyordum kendimi. Bugün masanın üzerinde gördüğümde anımsadım, özlemiştim ama, hatırasının böylesi yüklü olduğunu bilemezdim. Uzun süren ayrılığı bitiren o ilk ısırıkla birlikte, çocukluk günlerim derimin altında kıpırdandı. Soğuk kış sabahlarında sobanın önünde mavi önlüğümü giydiğim, okula yetişme derdi içinde, annemin tost makinesinde ısıttığı çöreği çayla atıştırdığım o günlerin zihnimde bu kadar yer edeceğini aklım almazdı o zamanlar. Belki hafif kilolu bir çocukluk geçirmemin de sebebi olmuşlardı ama, şimdi, karbonhidratın besin değerine aldırmayarak bir tane daha yuvarlarken, ana eli değmiş bir parça çöreğin değerini daha iyi anlıyorum.

24 Ocak 2012 Salı

Big Daddy


Adam Sandler komedileri içinde yeri ayrı olan filmlerden biri. Özellikle son dönemlerdeki düşük kalite filmlerini gördükçe bu eski filmlerini çokça yadediyorum. Belki çok üst düzey bir film değil ama, yine de yansıttığı sıcak tablo, kendini gerçek kabul ettiren arkadaşlık ve aile bağları, samimi mizah anlayışı, bende resimdeki kanepede 4. olma isteği uyandırıyor.

18 Ocak 2012 Çarşamba

Komple Kadın: Angelina Jolie

Dünya nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturuyor kadınlar. Malum kadın hakları konusunda süregelen bir utanç tablosu hakimdi tarih boyunca. Avrupa ve Amerika'da kadınlar artık iyi sayılabilecek durumdalar ama hem dünya genelinde hem Türkiye'de bazı bölgelerde kadına bakış hala geleneksel çizgisinde. Kadınların hayata katılımı konusunda hala büyük eksiklerimiz olsa da artık Türk kadını da kendisini belli bir çizginin ötesine taşımış durumda.


Bundan 1-2 yüzyıl öncesine kadarki uygarlığın gelişimine kadınların katkısı tartışmalı konumda sayılabilir ama, erkek milletinin düşünmeye alıştığının ötesinde kadınların çok büyük bir potansiyel sahibi olduğunun en büyük kanıtlarından birisi de Angelina Jolie. Dünyayı yaşanır hale getiren kadınsı özelliklerin bir çoğunun sağlam bir temsilcisi olarak anıldı yıllarca. Ancak 24 Şubat'ta Türkiye'de de vizyona girecek olan In the Land of Blood and Honey filmini yazıp yöneterek sadece güzelliği, çekiciliği ya da oyunculuğuyla değil, artık yaratıcılığıyla ve beyniyle de değerlendirilecek komple bir kadın halini alma yoluna girdi. Bosna Savaşı yıllarında geçen dramatik-romantik bir hikaye anlatan bu filmle iyi iş çıkardığını umuyorum.


Allah vergisi güzelliklerinin yanında erkeklerden aşağı kalmayacak kapasiteleriyle, modern toplumun öncüsü ve önderi olmalarına hiç bir engel bulunmayan kadınları teşvik edecek model isimlerden birisi de Angelina Jolie olacak artık. Ama makyajı, kıyafetleri, çekiciliği vs. değerlendirilirken yaptığı işlerden de ders çıkarılması koşuluyla..

15 Ocak 2012 Pazar

The Girl with the Dragon Tattoo


Aşağıda yazılanlar, kitabı okumayanların filmi izlemeleri halinde hiç bir halt ifade etmeyecek, abartının deve hörgücü olarak kabul edilecektir. Ve kendileri tatsız yaşantılarında bir de Lisbeth'in eksik olmasıyla kendilerince pek de bir şey kaybetmemiş olacaklardır.

Kitaplarını büyük hayranlıkla okuduğum (bu bloga yazdığım ilk yazı da serinin son kitabıyla ilgiliydi) ve İsveç versiyonu filmlerini de oyuncuları karakterlerle özdeşleştirerek izlediğim bu hikayenin, David Fincher'ın ellerinde yeniden şekilleneceğini ilk duyduğumda hafif endişeyle karışık müthiş bir heyecan duymuştum. Zira Fight Club, Seven, Benjamin Button, Zodiac da kendisinin elinden çıkmadır ama, çok güçlü karakterlerin ve yine oldukça güçlü bu hikayenin, başarılı bir İsveç uyarlamasından sonra yapılacak bu film şaheser de olabilirdi, David Fincher'ı rezil de edebilirdi. Daniel Craig'e zaten güveniyordum ve bu rolün verilebileceği belki de en iyi isim olduğunu düşünüyordum. İstikrarlı oyunculuğunun devamı olarak kendisinden bekleneni eksiksiz vermiş ve karizmatik-başarılı gazeteci karakterine tam uymuş. Noomi Rapace'ın can verdiği Lisbeth Salander ise, kafamda o kadar yer etmişti ki, Rooney Mara'nın bu işi kıvıramayacağından emin gibiydim. Ama günün geç saatlerinde ve dışarıda lapa lapa bir kar başlarken, 155 dakika oturduğum perdenin karşısında -affınıza sığınarak- adeta zevkten kıvrandım. Biraz farklı bir Lisbeth Salander görüntüsü yaratılmış olsa da bu efsane karakter neredeyse eksiksiz oynanmış, oynatılmış. Bu performansından sonra hayatının geri kalanını bir yıldız olarak yaşayacağından emin olduğum Rooney Mara'nın İsveççe yer ve kişi isimlerini telaffuz edişi ise İngilizce çekilen bu filmde dişe dokunur bir fark yaratmış.

Bu müthiş kitabın sinema filmine dönüştürülürken bir yerlerinden kırpılması icap etmiş doğal olarak ama, belki de yapılabileceği en iyi şekilde uyarlanmış. Stieg Larsson'un anlatmaya çalıştıklarını (ki olayın ruhu olan şeyleri) eksiksiz vermiş bir kere, İsveç'in o hayran kalınası kışını, karakteristik mimarisini, entelini-serserisini de olduğu gibi sermiş perdeye. Dolayısıyla Blu-Ray'ine bir kamyon para verip alacağım bir film ortaya çıkarırken, bundan sonra yapacağı her filmi sinemada izleyeceğim garantisini de alıyor Fincher.

Finaller dize kadar, Lisbeth gel bize kadar diyor, sınavlara falan boşverip gidip görmenizi ya da daha iyisi serinin ilk kitabına başlayarak kendinize bir iyilik yapmanızı tembih ediyorum.

8 Ocak 2012 Pazar

Teşekkürler Keçiören

Çevre koruma konusunda en ufak duyarlılığın bile önemini biliyoruz. Bu duyarlılığın gelişerek artması dileklerimizle...





4 Ocak 2012 Çarşamba

Bir Zamanlar Kardeştiler

Cuma günleri spor belgeselleri yayınlanacak olan NTVSpor Belgesel Kuşağı, açılışı geçen cuma müthiş bir belgeselle yaptı. Yugoslavya'nın dağıldığı 80'lerin sonu 90'ların başındaki o hüzünlü dönemden basketbol dünyasından trajik bir hikayeyi anlatan Once Brothers, savaşın ve politikacıların gözüdoymazlığının insanlara neler yaptığını da gözler önüne seriyor. Büyük bölümü Sırp basketbolcu Vlade Divac'ın kendi dilinden anlatımıyla ilerleyen belgesel, hayata çok erken veda eden Drazen Petrovic ile Vlade Divac'ın hüzünlü hikayesini anlatıyor. Ben başlarını kaçırmıştım ama izlediğim bölümü beni duygulandırmaya yetmişti. Yarın akşam (5 Ocak 2012) saat 20.00'de ise NTVSpor'da tekrarı var. Fırsat bulursanız kaçırmayın; sporla aranız yoksa bile.