30 Aralık 2011 Cuma

Was a LONE and Dark December

Ey bazlamasına çokokrem sürdüklerim, yatıp da uyuyacaktık be..
(Bunların yan taraflarında da sabah 08.00'de başlayan hafriyat çalışması var)

not that alone sometimes!

Ya herkesle burun buruna gidilen ankaray'ın ya da bu ayı soğuklarında dışarı çıkmak zorunda oluşumuzun sonucu

24 Aralık 2011 Cumartesi

Oflaya Oflaya

Gece gece durup dururken, aşık olup, terkedilip, asık suratımda sallanan sigarayla -belki de kanımda alkolle-, ruh gibi ortalıklarda dolaşma fantezisi edindim; sağol Burcu Güneş.

Bu dünya böyle dönmese de olur zaten be dayım..

22 Aralık 2011 Perşembe

Gençlerbiirliiii ooo-eeyy


Önceleri televizyon karşısında oturur, saatler boyunca maç, futbol belgeseli, cart-curt ne varsa izlerdim futbola dair ve hiç de yerinmezdim, napıyorum ben diye. Son birkaç yıldır ise futbola olan sevgime ters giden bir maç izleme çizgisine sahibim. Boş zaman azlığından, boş zaman olduğunda da daha faydalı aktiviteleri oturup maç izlemeye tercih ettiğimden kaynaklanıyor bu. Futbolu futbol olduğu için sevenler açısından çok zengin bir şehir Ankara. Taraftarıyla ünlü bir Ankaragücü zaten şehrin karakterini yansıtıyor. Ama bir de Gençlerbirliği maçları var ki, İngiliz tribünü usulü oturup, elinize çekirdeğinizi alıp bir Süper Lig maçını evinizde seyreder gibi seyredebilirsiniz. Hatta devre arasında romanınızı çıkarıp, merak içinde yarıda bıraktığınız bölümü bile bitirebilirsiniz. Hem de bedava. Vallahi.

Yukarıdaki bilet Süper Lig'in ilk yarısının son haftasında oynanan Gençlerbirliği-İstanbul B.B maçından. Bilet fiyatı bölümünde 0,00 TL yazıyor, güya davetiye bileti. Bu iş gününün okul sonrasında niyetlendik, maçtan 5 dk önce stada vardık, bilet satılan bir gişenin bile olmadığı stadın kapısında beleş biletimizi bulduk, iki adım ötemizde oynanan 4 gollü bir Süper Lig maçını biraz üşüyerek izledik geldik. Buradaki kilit sözcük niyet oluyor. Geri kalan her şeyi size sağlıyor Ankara. Soğuğu da tabii, ki nerede olduğumuzu bilelim..

14 Aralık 2011 Çarşamba

Şavurma

Kızılay'da bir süre önce açıldı Şavurma. Son dönemdeki, klasik döneri ufak değişikliklerle gobit döner, atom döner gibi isimlerle satma girişimlerinden biri olarak görüp bir süre sadece önünden geçmekle yetinmiştim. Rastgele bir gün girip denememle haftada bir-iki defa uğradığım mekan haline geldi. Fast food olayına oldukça soğuk biri olarak gittiğim tek fast foodçu da burası. Çok bi numarası da yok gerçi; özel dedikleri baharatlı-yağlı sosları temel neden olmakla birlikte lavaşa benzer ekmeğinin hafifliği ve bünyeye sağladığı hızlı enerji beni çeken şeyler. Ama 'yakmayacağını yeme' kuralım sebebiyle sadece spor günlerimde görüşebiliyoruz. Bi deneyin derim ben ama sağlığınıza, bünyenize de dikkat ederek. Çok hastası değilseniz turşu koydurmayın.

Bu arada ismi ilk gördüğümde kavurmayı çağrıştırmıştı bende ama ismin kökeni değişikmiş. Rusça'da döner шаурма (şaurma) olarak adlandırılıyor; sözlükte gördüğümde beni şaşırtan ve araştırmaya yönelten de bu oldu. Ama bu ismin de, bizim bildiğimiz dönerin Suriye-Lübnan-Filistin taraflarındaki adlandırılması olan şawirma'dan (bu da belli ki bizim çevirme sözcüğünden geliyor) geçmiş olması yüksek ihtimal. Arap şawirması da bizim şavurma gibi baharatlı (ve acılı) bir sosla yapılıyormuş. Ama her daim Number One TV açık olan bizim Şavurma'da kendinizi Arap varoşlarındaki salaş lokantalardan birinde hissetmiyorsunuz. Büyük eksiklik tabi.

5 Aralık 2011 Pazartesi

Hugo (Cabret)

Sinemada gerçekçiliğe her ne kadar saygı (ve biraz da ilgi) duyuyor olsam da sinema benim için kurgu ve fanteziyle eşdeğerdir. Sinemada başka bir dünyayı yaşamak sadece bu dünyadan kaçış değil hayallerimizi de yaşamak bence. Her tarafımızın gerekçilik, dram, üzüntü dolu olduğu bu ortamda karşımdaki koca perdede 1,5 saati aşkın süre Çağan Irmak'ın dedesinin insanlarını izlemek içimden gelmedi, gelmiyor. (Bu benim yapımla alakalı, eleştiri yok). Böyle olunca, Şafak Vakti denen acayiplik furyasını da para verip izlemeyeceğimden Martin Scorsese'in Hugo'sunu izledik dün akşam. Oyuncu kadrosuna bakıldı, konusu okundu ve büyük beklentiyle salona girildi. Şimdiye kadar yapılmış en iyi 3 boyutlu film olduğunu yazanlar hiç de abartmamış açıkçası. Büyülü Fener'de pek adet olmadığı üzere yanımıza bir 5'li kazma seti denk gelince seyir zevkimiz biraz baltalanmış olsa da 2 saat sonunda yüzümüzde kocaman bi gülümsemeyle çıktık salondan.

Beklentim klasik bir fantastik film yönündeydi aslında. Beklentimin aksi yönde akan film, fantastik tanımına uygun ama son dönemin fantastik tanımına aykırı bir şekil aldı. Sinemanın belgeseli çekilecek olsa bu kadar filmsel, filmi çekilecek olsa bu kadar belgeselvari yapılabilirdi. Bunu fantezi tepsisinde yaptı Scorsese, anlattı sinema rüyasını; kendininkini, bizimkini, Méliès'inkini.

Sinema sevdalıları; izleyin, izlettirin.


(1902 yapımı film, ilk hikayeli film ve ilk bilim kurgu filmi olarak kabul ediliyor)

19 Kasım 2011 Cumartesi

Salonda Bir Şampiyon


Ankaramın etinden sütünden sömürürcesine yararlandığım bu yılın şu yoğun zamanlarında bugün bir sürpriz bekliyormuş beni, sabahına uyanamadığım günün gündüzünde. Galatasaraylıyımdır ve sadece futbolda değil diğer tüm branşlarda da kulübümü takip ederim. Ama son yıllarda büyük branşların yanı sıra amatör branşlarda da çok başarılı bir görüntü veren Fenerbahçe gerçeğini bir sporsever olarak gözardı edemem.

Zira hiç gocunmadan ve büyük bir keyifle gittiğim Fenerbahçe Ankara Boks Okulu'nun salonuna gene bu öğlenüstü, Rusça kelimelerin zınkladığı kafamı sabit tutmaya ve boksa hazırlamaya çalışarak girdim. Öyle ya, ıssız salonu bir şampiyonun dolduracağını kestiremezdim. Levent hocamın bana bir şeylerin doğrusunu öğretmeye çabalayacağı 2 saate ısınırken, gayet normal, alelade biri salona girdi ve hazırlanmaya gitti. Dönüp ısınmaya başladığında ben Allahtan ki boyun hareketlerimi bitirmiştim. Aksi halde hocamın 'Gülsüm' hitabını duymamla birlikte bir kısım lifi zedelemem işten bile değildi. Neden sonra hocam yanıma geldi ve başıyla o yönü işaret ederek 'dünya şampiyonu' dedi. Beni gülümseten ise tahminimin doğruluğundan fazlasıydı:

Gülsüm Tatar Avrupa Şampiyonu

Levent Yıldırım hocamın elinde yetişmiş olan Gülsüm Tatar yıllarca Fenerbahçe adına mücadele etti ve 2010 yılında Kayseri Birlik Spor'a transfer oldu. Türkiye'de sayısız başarısı, Avrupa ve Dünya Şampiyonalarında onlarca madalyası var. En son Ekim 2011'de Rotterdam'da Avrupa Büyük Kadınlar Boks Şampiyonası'nda 64 kiloda şampiyon oldu. Bu şampiyonluk sonrası 2012 Londra olimpiyatlarına davet edildi. Londra'da en önemli madalya umutlarımızdan biri olacak. (Bugün öğrendiğim kadarıyla ise Ankara'ya taşınmış ve olimpiyat oyunlarına burada hazırlanacakmış). Altın madalyaları şöyle (gümüşleri bronzları yazmadım bile):

2008 ve 2010 Dünya Şampiyonu
2004, 2009 ve 2011 Avrupa Şampiyonu
2006, 2007, 2008, 2010 Avrupa Birliği Şampiyonası Şampiyonu

23 Ekim 2011 Pazar

Son Zamanlarda Mutluluk Sebeplerim

1 seneyi aşkın süredir defalarca kan toplayıp defalarca patlayan, kendisini dillememek üzere dilimi terbiye ettiğim, 2-3 aylık yoğun sportif aktivite süresince yavaş yavaş küçülen ve bugün rastgele dokunduğumda kaybolduğunu gördüğüm alt dudak tükrük bezim,

Kilo almanın hamurişiyle doğrudan etkili olmadığını keşfedip, yaklaşık 1 senelik nefretli bakışmalardan sonra barışıp, gönül rahatlığıyla ama ihtiyatla yemeye başladığım simit sarayı yapımı poğaça ve simitler,

Yapacak bişey bulamadığım zamanlarda girip çıktığım, 'aha müşteri' umuduna kapılan sahaflardan birinde bulduğum, varlığından haberdar olduğum ama hiç rastgelmediğim bir Stephen King kitabı,

Sonunda başlayabildiğim Yüzüklerin Efendisi - Yüzük Kardeşliği,

Hevesle beklediğim ve TSİ geçen pazartesi 04.00'da yayınlanan The Walking Dead 2. sezon ilk bölümünün hemen o gün öğleden sonra çıkan 720p'si ve altyazısı,

Dersle antrenman arasındaki 4 saati değerlendirmek üzere boş bi sınıf ararken tam umutların sönmeye başladığı anda, çekinerek açtığım kapalı bi kapının ardındaki boş sandalyeler (ahh kapalı kapılar ah..),

Browni İntense Vişneli (yakışır be Eti).

Görüldüğü gibi mutlu olmak için çok da büyük büyük şeylere ihtiyaç duymuyoruz..

18 Ekim 2011 Salı

İyi Takım Kaleden Başlar

Amerikan televizyonlarının 'orkestra şefi' Ramin Djawadi, Game of Thrones için hazırladığı destansı müziklerle kalplere bu kez demir taht kurdu. İzlemekte biraz geç kaldığım dizinin intro müziği, piyano solosundan metal coverına kadar her şekliyle 'ense tüyü ürpertici'. Varolsun..


Bu da uzun versiyonu:

8 Ekim 2011 Cumartesi

James Bond - Skyfall

Adamımız Daniel Craig'in yine devleşeceğinin bilinciyle 3 senedir olumlu bir haber beklediğim 23. Bond filminin çekimlerinin sonunda başladığı haberiyle bekleme sürecim yeni bir boyut kazandı. Açılış sahnesinin İstanbul'da geçeceğini daha önce öğrendiğimiz filmin netleşmeye başlayan detayları heyecanlandırmayacak gibi değil. Skyfall olarak adlandırılan filmde Craig'e Javier Bardem ve Ralph Fiennes'in eşlik edecek olması, yönetmen koltuğuna -yine- Sam Mendes'in oturacak olması ve son olarak adı pek duyulmamış Fransız bombası Bérénice Marlohe'nin Bond kızı olarak açıklanmasından sonra kalan tek beklentim; Beren Saat'ten başka bir Türk aktristin seçilmesi (noolursunuz!). Son iki filmin odağında olan uluslararası terör örgütünün peşindeki Bond, İskoçya, Güney Afrika gibi değişik yerleri de ziyaret edecek.


5 Ekim 2011 Çarşamba

Hit the Post


Beckham kadar estetik-efektif, Ronaldinho kadar yüksek isabet yüzdeli olmasa da, realite söz konusu. 9da 5 elden gelen :D

30 Eylül 2011 Cuma

Rehabilitasyon

Ufak bir psikolojik deney (bir arkadaşın deyimiyle zindan adası) tadında geçen 2 yılın ardından 1 yıllığına döndüğüm mahallemde gördüm ki, çocukluğumun beton sahası halı sahaya dönüştürülmüş. Güzel de olmuş, çoluk çocuğun menisküsleri bir süre daha taze kalır hiç olmazsa. Son 3-4 aydır düzenli olarak takıldığım mekanlardan biri bu halı saha olmuş durumda. Mahallenin 8-15 yaş arası çocuklarının bir kısmının toplandığı, benimse şortumu ayakkabımı giyip, topumu elime alıp, vücuttaki fazla stresi ve yağa dönüşmek üzere olan karbonhidratı atmaya gittiğim yer burası. Bazı zaman boş kaleye bi kısmı direkleri bulan, bir kısmı kenardaki ağları döven şutlarla, bazı zaman da yaşıma aldırmadan beni aralarına katan çocuklarla çocuklaşarak 1,5-2 saatimi geçirir, sıkıntılarımı unutup keyiflenirim. Sahanın bendeki psikolojik destek işleviyle güzel bir tesadüf ise yukarısındaki caddenin isminin sanatoryum olması.

26 Eylül 2011 Pazartesi

The Death of You and Me

Son zamanlarda ölümlü trafik kazalarına yönelik acayip bi empati geliştirmiş durumdayım. Flash ve Fox'un ana haberlerinin genel sunuş temasına pasta üstündeki vişne gibi giden bu haberler, hep yüzümüzü büzdürmeye yönelik şekilde işleniyor. İnternette feci kazaların kafa-kol görüntülerine 'ibretle' bakmak fantezisi de yaygındı bi dönem. Ama bu kazalar, acaba ölenler için de, bizim düşünmeye alıştığımız kadar kötü mü?

Dünyaya bir kere geliyoruz diye inanıyorum (ama aksini iddia edenin de karşısında durmam). Bir kere geldiğimiz bu dünyada, kıçımız güvende geçirmeye çabaladığımız ömrümüz boyunca yaşayabileceğimiz en acayip, en kayda değer şey ne olurdu? Dünya hayatından ne elde etmeye çalışıyoruz? Ölüm hepimize hak. Nasıl bir ölümün bizi beklediğini bilmiyoruz ve an be an ecele yaklaşıyoruz. Çok çeşitli ölüm yolları var ve kime sorsanız acısız bir ölümü tercih eder şüphesiz. Ama ölüm anında, Azrail'in klasik yöntemle götürmesi halinde dahi, acı çekilip çekilmediğini bilmiyoruz.

O ölenler acıdan mı korktular, ölümden mi?

120'yle giden bi arabayla karşı şeride geçtiğinizi düşünün. Karşıdan gelen kamyona kafadan girmeden önceki 2-3 saniye nasıl bir adrenalinle geçerdi? Durum karışık tabi; o hayali zor anları yaşadıktan sonra sakat bi bedende yaşamaya devam etmek mümkün (ama bunu bi gözardı edin, ölümden bahsediyorum). Daha kamyona çarpmadan kalp krizinden gitmek de mümkün, müthiş bi acı yaşanan çok kısa bir süre sonunda bedeni terk etmek de. Ama dünya üzerinde bu ve bunun birkaç versiyonuna eşdeğer başka bir şey yaşayabilir misiniz? Ölüme gitmenin böylesi. Bi de düzgüncesi..

Her halükarde Allah hepimize rahmet eylesin.

22 Eylül 2011 Perşembe

'Fall' is Coming

Bugün sonbaharın geldiğini ilan eder bi sabaha uyandım. Coğrafya derslerinde 'teorik bularak' iplemediğim 23 Eylül'ün kulağımda çınlamasıyla. İlk defa bu kadar canlı hissettim, güneş ışınlarının GYK'ye dik düşmeye başladığını..

Nostaljik yada melankolik şeyler zırvalayan biri değilimdir hiç, ama bugün, kasvetli, bulutlu, yağmurlu gecelerin düşüncesini 'hissettim'. Adilhan'dan, 'lan o kitap işte, neyini beğenmedin' dercesine bakan gözleri ensemde hissederek, sahaf sahaf dolaşıp topladığım 30 yıllık ilk baskı Stephen King'lerin 6 aylık suskunluktan sonra haykırdıklarını hissettim. Barındırdıkları o kesif kokuyu, sarı rengi düşleyip, Nescafe 3ü 1 arada ve sıcak çikolata stoğumu kontrol etmeye gittim.

16 Eylül 2011 Cuma

RocknRolla


Guy Ritchie'nin izlemediğim iki filminden biriydi. Diğeri (Swept Away) ise büyük ihtimalle hiç izlemeyeceğim bi Madonna pohpohlaması.

Kara mizah klasikleri Lock, Stock and Two Smoking Barrels ve Snatch'te damarımı bulan ne varsa RocknRolla'da yeniden formüle etmiş kendisi. Olay örgüsü, karakterler, mekanlar, müzikler... Her sahnesi Ritchie kokan ama kendini biraz fazla tekrar ettiği bi iş olmuş. Defalarca dinlenesi replikler yerleştirmiş, İngiltere mozaiğinde ne kadar matrak tip varsa almış önümüze koymuş gene. Filme bir Abramovic bi de Jim Morrison yerleştirmiş (Abramovic'in kolunu bacağını keserken, Morrison'a da bırak oyunu dön artık demiş). Bi de MacGuffin yapmış. Daha ne olsun :D

3 Eylül 2011 Cumartesi

Beyazların Umudu



Atletizm'de 100 metre ve 200 metre yarışları geçmişten beri siyah atletlerle adeta özdeşleşmiştir. Asafa Powell, Tyson Gay ve Usain Bolt yakın zamandaki rekortmenler. Bu dalda daha önceki başarılı atletler de hep siyahtı. Bilimsel araştırmaların atletlere sağladığı yeni olanaklar sayesinde, 2000 yılından sonra üst üste yeni rekorlar kırıldı ve en son Usain Bolt 2009'da 100 metre rekorunu 9.58'e, 200 metre rekorunu da 19.19'a kadar geliştirdi. Ancak doping sayılmayan sporcu destekleri (vitamin, mineral, kreatin, efedrin, glukozamin, protein, aminoasit vb.) sayesinde insan vücudunun sınırlarının iyice zorlanmaya başlandığı bu ortamda da üstünlük yine siyah atletlerde kaldı (yaradanın beyaz ırk üzerindeki bir kıptiliği demek ki).

Son zamanlarda ise, genç bir Fransız kardeşimiz, Christophe Lemaitre, bizlere umut saçmaya başladı. Soyadını her duyduğumda 'şef garson' diyesim gelen 1990 doğumlu bu sporcu, Temmuz 2011'de 100 metrede 9.92 koşarak atletizm tarihinde 10 saniyenin altına inen ilk beyaz atlet oldu. Güney Kore'deki 2011 Dünya Atletizm Şampiyonası'nda, geçen pazar yapılan ve Bolt'un diskalifiye olduğu 100 metre finalinde 10.19 ile 4. oldu. Bugün yapılan ve Bolt'un kazandığı 200 metre finalinde ise 19.80 ile 3. oldu.



  100 Metre Finali

200 Metre Finali

Bu çocuğa dikkat.. 100 metreyi kazanan ilk beyaz atlet olma potansiyeline önümüzdeki yaklaşık 10 yıl boyunca sahip olacak tek isim gibi görünüyor.

30 Ağustos 2011 Salı

Orta Hayat Krizi

Dilimize orta yaş bunalımı olarak giren, orta hayat krizi (midlife crisis) terimi ile; gençlik çağını geride bırakan 35-40 yaş civarlarındaki kişilerde garip davranışlar ve psikolojik sorunların peyda olduğu o travmatik dönem tanımlanıyor. Orta yaş denince de normal olarak sözkonusu yaşlar akla geliyor. Ama terimin İngilizcesinin sözlük anlamından olaya bakınca bu bunalımın orta yaş denilen dönemde ortaya çıkmasının şart olmadığını savunabilirsiniz. Ya da bu bunalımın belirtilerinin bir kısmını (huysuzluk, saldırganlık, hırs vb.) yaşayan biriyseniz, hayatınızın ortalarında gibi hissettiğinizi iddia edebilirsiniz.

Fiziksel olarak ne kadar genç olsanız da artık modern dünya insana kendisini çok eksik ve yetersiz hissettirebiliyor. Daha 21 yıl olmuşken, geçen her gününüzü bir kayıp olarak görebiliyorsunuz. Hırslanıp birilerine çatabiliyor, hatayı nerelerde arayacağınızı şaşırıyorsunuz. Kursta hoca 'sivodnya kakoy den' diye sorunca, 'vay a.... k...., bi gün daha geçti' diye düşünebiliyorsunuz.

Ee, şimdi bu durumu da orta hayat bunalımına dahil edip 'ulan 40'ımızda gideceğiz herhalde' mi diyeceksiniz, yoksa boşverip bu saçmalıklara ne varsa elinizde onunla mı yetineceksiniz? Zor, o da zor..

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Orta Şekerli Latte

Kafeinin metabolizma üzerindeki olumlu etkisini hepimiz biliriz. Özellikle antrenman öncesi alınan kafein metabolizmayı hızlandırması sayesinde yağ yakımını hızlandırır, performansı olumlu etkiler. En etkili kafeini de kahveden alırsınız. Ama bi taşla iki kuş için süt bazlı latte fitness öncesi tavsiye olunur. Zira yumurtadan sonra en kaliteli protein de sütten alınır.

Ama şeker işine dikkat! Spor öncesinde karbonhidrat almak şart. Ama fazlaya kaçan karbonhidrat yağa dönüşeceğinden alınan kafein istenilen sonucu vermez. Şekere dikkat..orta şekerli latte bize yeter :)) Yağlara da dikkat!!

Nasıl yapıldığını bilmiyorum af buyurun. Tarifini nette bulursunuz.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Romance and Cigarettes



Güzeldi ya. Hele şu şarkı yok mu

"...
Every day i wake up
Then i start to break up
Lonely is a man without love
..."

15 Temmuz 2011 Cuma

007 James Bond


"Onun için bu muameleler, tabii sıkıcı birer formaliteden başka bir şey değildi, ama yine de herhangi bir yabancı devletin elinde dosyası olması hoşuna gitmiyordu. Mesleğinin en mühim kozu hüviyetinin gizli kalmasıydı. Gerçek hüviyeti hakkında herhangi bir dosyaya düşürülecek en müphem bir kayıt bile kıymetini düşürürdü ve neticede onun için bir gün bir ölüm tehlikesi demek olabilirdi. Gayet iyi tanındığı Amerika'da hakkında ne bilinmesi mümkünse hepsini biliyorlardı. Bu yüzden de Bond, gölgesi bir büyücü doktor tarafından çalınmış bir zenci gibi hissediyordu kendini..."

12 Temmuz 2011 Salı

Uluborlu Kirazı



Isparta Uluborlu'da dünyanın en kaliteli kirazları yetiştiriliyormuş. 18-20 farklı çeşit kirazın yetiştirildiği bu küçük ilçenin bir kiraz festivali de var. Ama ihracatçı denen paragöz topluluk sayesinde garip milletim bu nimetten de mahrum kalıyor. Çok pahalı olduğu için iç pazarda alıcı bulamayacağı söyleniyor. Üretilen kirazın %90'ı Rusya ve AB'ye ihraç ediliyormuş. Geri kalanı da artık hangi zengin semtin hangi elit marketinde satılıyor kim bilir. Şu anda hangi Rus'un hangi Lüksemburg'lunun ağzını tatlandırıyorsa... bize de resimleri kalıyor..

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Tyler'ın Yemek Teröristi Olarak İlk İşi



Chuck Palahniuk'un kitabından harika bir uyarlama olan Fight Club'ı defalarca izledikten sonra kitabı sonunda elime alabildim. Bildiğiniz hikayeyi okumak başta çok çekici gelmiyor evet, ama, tahmin ettiğim gibi kitaptan filme yansımamış bazı sahnelere ve ayrıntılara erişmek hikayenin hayranı olarak bende mutluluk sebebi olmuştur. Kitaptan filme yansımayan bir sahne, Tyler'ın yemek sektöründeki ilk gerilla eylemi s. 71-74'ten:


Tyler bir keresinde bir yemekli davette çalışmıştır. Tyler'ın terörist garsona dönüştüğü gecedir bu. O ilk davette Tyler, çelik ayaklarla bir yamaca oturtulmuş olan ve şehrin üstünde ağır ağır süzülen beyaz ve cam karışımı bir bulutu andıran bu evde, balık tabağını servis etmektedir. Balıklar yenmekte ve Tyler makarnadan kalan tabakları durulamaktayken, ev sahibesi elinde bir kağıt parçasıyla mutfağa gelir. Kadının eli o kadar titremektedir ki, elindeki kağıt bayrak gibi dalgalanmaktadır. Sıkılmış dişlerinin arasından sorar madam, misafirlerden birini banyoya doğru giderken gören olmuş mudur, garsonlar arasında? Özellikle hanım misafirlerden birini? Ya da ev sahibi beyefendiyi?

Mutfakta Tyler, Albert, Len ve Jerry tabakları durulayıp üst üste yığmakta ve Leslie adındaki stajyer aşçı, karides ve salyangoz doldurulmuş enginar kalplerine sarımsaklı tereyağı sürmektedir.

"Bizim evin o bölümüne girmemiz yasaktır," der Tyler. "Biz içeriye garaj kapısından gireriz. Sadece garajı, mutfağı ve yemek odasını görmemize izin vardır."

Ev sahibesinin ardından kocası da mutfağa gelir ve kağıt parçasını kadının titreyen parmakları arasından çekip alır. "Sakin ol," der karısına.
"Bunu yapanın kim olduğunu bilmezsem" der madam, "o insanların karşısına nasıl çıkarım?"

Ev sahibi bey, hanımefendinin evin rengiyle uyuşan beyaz ipek tuvaletinin sırtına elini koyar. Bunun üzerine madam toparlanır, omuzları dikleşir ve birdenbire sesi çıkmaz olur. "Onlar senin misafirlerin," der adam. "Ve bu çok önemli bir davet."

Adamakıllı komik bir manzaradır bu; sanki kuklasını canlandıran bir vantrilok vardır karşılarında. Madam kocasına bakar, sonra adam karısının omzuna hafifçe dokunarak onu yeniden yemek odasına götürür. Kağıt parçası yere düşer ve açılıp kapanan yaylı mutfak kapısı kağıdı Tyler'ın ayaklarının dibine sürükler.

"Ne yazıyor?" diye sorar Albert.

Len balık tabaklarını toplamak üzere dışarı çıkar.

Leslie enginar kalplerinin dizili olduğu tepsiyi yeniden fırına sürer ve der ki: "Söylesene, ne yazıyor?"

Tyler dosdoğru Leslie'nin yüzüne bakar ve kağıdı yerden bile almadan şunları söyler: "Çok sayıdaki seçkin parfümlerinizden birine bir miktar idrar ilave etmiş bulunuyorum."

Albert gülümser. "Kadının parfümüne mi işedin?"

Hayır, der Tyler. Sadece parfüm şişelerinin arasına bu notu iliştirmiştir. Banyodaki aynanın önünde kadının yaklaşık yüz şişe parfümü vardır.

Leslie gülümser. "Yani gerçekten yapmadın?"

"Hayır," der Tyler, "ama o bunu bilmiyor."

Gökyüzündeki o beyaz ve cam karışımı yemekli davetin geri kalanında Tyler, önce soğuk enginar, sonra soğuk Pommes Duchesse'li soğuk dana eti tabaklarını toplar. Soğuk Chofleur a la Polonaise'i, ev sahibesinin önünden kaldırır ve kadının bardağına yaklaşık on kere şarap doldurur. Madam gece boyunca hanım misafirlerinin yemek yemesini seyretmiş, sonra bir ara, sorbeler toplanır ve apricot gateau'lar servis edilirken, masanın başındaki yeri ansızın boşalmıştır.

Misafirler gittikten sonra, Tyler'lar bulaşık yıkamakta, şarap soğutucularını ve porselen takımlarını otelin minibüsüne yerleştirmekteyken, ev sahibi bey mutfağa gelir ve ağır bir şeyi taşımak için Albert'ın kendisine yardım etmesini rica eder.

Belki de Tyler çok ileri gitti, der Leslie.

Tyler, bağıra çağıra, bir gramı altından daha daha çok para eden o parfümü yapmak için balinaların nasıl öldürüldüğünü anlatmaya başlar. Çoğu insan hayatında hiç balina görmemiştir. Otoyola bakan bir evde Leslie'nin iki çocuğu vardır ve ev sahibesi madam, tuvalet tezgahının üstündeki şişelere bizlerin bir senede kazanabildiğinden daha çok para dökmüştür.

Albert ev sahibine yardım ettikten sonra geri döner ve telefonda 911'i tuşlar. Albert ahizeyi eliyle kapatır ve der ki, kahretsin, Tyler o notu bırakmayacaktın.

"O zaman müdüre şikayet et,"der Tyler. "Kovdur beni. Bu sikindirik iş için ayılıp bayılmıyorum."

Herkes ayak uçlarına bakar.

"Kovulmak," der Tyler, "herhangi birimizin başına gelebilecek en iyi şey olurdu. Böylece havanda su dövmekten kurtulur ve hayatlarımızla bir şey yapardık."

Albert telefondaki kişiye bir ambulans gerektiğini söyler ve adresi verir. Telefonda beklerken, Albert, ev sahibesinin gerçekten berbat bir durumda olduğunu söyler. Albert'ın kadını klozetin yanından kaldırması gerekmiştir. Kocası onu kaldıramamıştır, çünkü madam, parfüm şişelerine işeyenin o olduğunu, kadın misafirlerden biriyle ilişkiye girerek o gece kendisini delirtmeye çalıştığını iddia etmekte ve dostları dedikleri bu insanlardan artık usandığını, çok usandığını söylemektedir.

"Güzel," der Tyler.

Ve Albert iğrenç kokmaktadır. Leslie der ki: "Albert, tatlım, iğrenç kokuyorsun."

O banyodan kokmadan çıkmak imkansız, der Albert. Parfüm şişelerinin hepsi kırılıp yerlere saçılmıştır, klozetin içi de başka şişelerle doludur. Buza benziyorlar, der Albert, en şık davetlerde pisuvarların içine doldurmak zorunda olduğumuz buz kırıklarına. Banyoda korkunç bir koku vardır ve yerler hiç erimeyen buz parçalarıyla kaplıdır. Albert madamı ayağa kaldırdığında kadın, sarı lekelerin ıslattığı beyaz elbisesiyle kırık şişeyi kocasına doğru savurmuş, parfüm ve cam kırıklarının üzerinde kaymış ve avuçlarının üstüne kapaklanmıştır.

Kadın klozetin yanında iki büklüm yatmakta, ellerinden kanlar sızarak ağlamaktadır. Allahım, batıyor, der kadın. "Ah Walter, batıyor, batıyor," der madam.

O parfümler, ellerindeki kesiklere doluşan bütün o ölü balinalar, kadının etine batmaktadır.

Ev sahibi kadını ellerinden tutup kendine doğru çeker. Madam ellerini dua eder gibi yukarı kaldırmıştır, ama iki elinin arasında iki buçuk santimlik bir açıklık vardır ve avuçlarından kan sızmaktadır. Kan, elmas bir bileziği aşarak bileklerinden aşağı yuvarlanmakta ve dirseklerinden yere damlamaktadır.

Sonra ev sahibi der ki: "Geçti artık, Nina."

"Ellerim, Walter," der madam.

"Geçti artık."

Madam der ki: "Bunu bana kim yapmış olabilir? Kim benden bu kadar nefret ediyor olabilir?"

Ev sahibi Albert'a dönüp sorar: "Bir ambulans çağırabilir misin?"

Bir hizmet sektörü teröristi olarak Tyler'ın ilk icraatı işte budur. Gerilla garson. Asgari ücretli yağmacı. Tyler bunu senelerdir yapmaktadır, ama söylediğine göre, ortak bir etkinliğe dönüşünce her şey daha zevklidir.

Albert'ın hikayesi sona erince Tyler gülümser ve der ki: "Güzel."

25 Haziran 2011 Cumartesi

Rebecca Hall









Vicky Cristina Barcelona’da tanıştığım Rebecca’yı The Town’da izledim önceki akşam. Scarlett Johansson’un gölgesinde kaldığı iki önemli film, The Prestige ve Vicky Cristina Barcelona’dan sonra (zaten o Javier Bardem’e de az kinlenmedik), onun bu başroldeki performansını merak etmiştim. Sade güzelliği, sükunete davet eden yüzü ve çarpık gülümsemesiyle filmin dramatik yanını temsil eder gibiydi. Ben Affleck’in senaryosuna katıldığı, yönettiği, başrolünde –yine- estirdiği filmi sıradan bir suç filmi olmaktan çıkarmaya Rebecca lazımmış zaten. Hayranlığa yaklaşan beğenim, yorumumu etkiledi mi bilemiyorum :)


1982’li bu hanım (kendisine zaafımın bir başka sebebi olarak) bi de İngilizmiş. Yaygın mükemmeliyetçi güzellik anlayışının aksine, doğallığı, sadeliği ve çarpık dişleriyle bende ilginç bi etkisinin olduğunu söylemeliyim. 2006’da The Prestige’le başlayan sinema kariyerinde basamakları yavaş ama kaliteli biçimde çıkan Rebecca’yı daha büyük filmlerin başrolünde yakın zamanda göreceğimizden eminim.

22 Haziran 2011 Çarşamba

Hacker Cumhuriyeti





Stieg Larsson'un Millennium Üçlemesi'nin 3. kitabının sonuna yüzümde koca bir gülümsemeyle yaklaştığım şu günlerde, Lisbeth Salander'in vatandaşı olduğu Hacker Cumhuriyeti'nin hackerlığa bir sempati doğurmaması mümkün değil :) Hackerlık öğrenmeye başlanabilecek Türkçe sitelerin yanında http://www.happyhacker.org/ ve http://www.darknet.org.uk/ gibi oldukça donanımlı İngilizce siteler de var... Ama enerji fazlamın tavan yaptığı bu günlerde Monica'ya özenip sporu günde 2-3 saate çıkarmak, her günün 4-5 saatini bilgisayar başında geçirmeye oranla daha cezbedici..