Sinemada gerçekçiliğe her ne kadar saygı (ve biraz da ilgi) duyuyor olsam da sinema benim için kurgu ve fanteziyle eşdeğerdir. Sinemada başka bir dünyayı yaşamak sadece bu dünyadan kaçış değil hayallerimizi de yaşamak bence. Her tarafımızın gerekçilik, dram, üzüntü dolu olduğu bu ortamda karşımdaki koca perdede 1,5 saati aşkın süre Çağan Irmak'ın dedesinin insanlarını izlemek içimden gelmedi, gelmiyor. (Bu benim yapımla alakalı, eleştiri yok). Böyle olunca, Şafak Vakti denen acayiplik furyasını da para verip izlemeyeceğimden Martin Scorsese'in Hugo'sunu izledik dün akşam. Oyuncu kadrosuna bakıldı, konusu okundu ve büyük beklentiyle salona girildi. Şimdiye kadar yapılmış en iyi 3 boyutlu film olduğunu yazanlar hiç de abartmamış açıkçası. Büyülü Fener'de pek adet olmadığı üzere yanımıza bir 5'li kazma seti denk gelince seyir zevkimiz biraz baltalanmış olsa da 2 saat sonunda yüzümüzde kocaman bi gülümsemeyle çıktık salondan.
Beklentim klasik bir fantastik film yönündeydi aslında. Beklentimin aksi yönde akan film, fantastik tanımına uygun ama son dönemin fantastik tanımına aykırı bir şekil aldı.
Sinemanın belgeseli çekilecek olsa bu kadar filmsel, filmi çekilecek olsa bu kadar belgeselvari yapılabilirdi. Bunu fantezi tepsisinde yaptı Scorsese, anlattı sinema rüyasını; kendininkini, bizimkini,
Méliès'inkini.
Sinema sevdalıları; izleyin, izlettirin.
(1902 yapımı film, ilk hikayeli film ve ilk bilim kurgu filmi olarak kabul ediliyor)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder